Medya dünyasının ağır toplarının Salomanje toplantılarına sızan Gürkan Haydar Kılıçarslan'ın 'Salomanje Çıkarması'nın ayrıntıları
Röportaj: Ali Ersin Kelleci/Renkhaber.com
Ne zaman ve nerede dünyaya geldiniz?
5 Ağustos 1969'da İzmir-Bornova'da doğdum. Ancak nüfus cüzdanımda rahmetli babamın memleketine düşkünlüğü nedeniyle anlamsız bir şekilde Osmaniye yazar. Dedem Ali Haydar Kılıçarslan o zamanlar il olan ancak İnönü döneminde ilçeye dönüştürülen ve 96'da yeniden il olan Osmaniye'nin ilk belediye başkanıdır. Atatürk bir yurt seyahatinde dedemin evinde 4-5 saat misafir kalmış, yemek yemiştir. Atatürk'ün oturduğu sedirde oturmuşluğum vardır. Ama Ankara ve İstanbul'da büyüdüğüm halde iş hayatım için doğduğum kenti seçerek Bornova'nın komşusunda yıllarca yaşadım. Karşıyaka benim için Türkiye'deki en özel şehirdir. Lakin, İzmir bir çukurdur aynı zamanda. O yüzden artık ben de İstanbul'a dönüş yaptım.
'Fatih Altaylı'yı affetim; ama…'
Başarılı bir öğrencilik hayatı sürmüş olsanız gerek… İstanbul Atatürk Fen Lisesi ve İTÜ Makine Fakültesi mezunu bir mühendissiniz. Ne yaptınız üniversite sonrası?
Maalesef ilk ve orta öğrenimim çok başarılıydı. Okul birincisi olacak kadar inektim anlayacağınız. Lisede baktım, herkes inek. Ben de farklı olanı seçtim. Disiplin Kurulu'na gitme rekorum o lisede halen kırılmamıştır ve kırılmasına da olanak yoktur. Tam 8 defa lisede yargılandım ve yazmış olduğum sayfalar dolusu savunmalar sayesinde ilk defa edebi anlamda yazmaya başladım. Savunmalarım başarılıydı. 8 kez gittiğim disiplin kurulu bana sadece 1 kınama, 2 uyarı ve 5 tahliye vermişti. Gerçi lise başarılarım arasında İstanbul çapında liselerarası tiyatro şenliğinde "en iyi oyuncu" ödülü ve Tübitak proje yarışması gibi şeyler de vardı ama yine de en gurur duyduğum başarılarım disiplin kurulları ile ilgilidir. Eylemlerimin çoğu da "herkesin iyiliği adına" yapılan işlerdi. İlerde yazacağım kısmetse, çoğu da ilginç ve matraktır. İ.T.Ü. Makine Fakültesi'ni nasıl bitirdiğimi ise inanın bilmiyorum. Defalarca o zamanki YÖK'ün acımasız kuralları gereği atılmaktan kıl payı kurtuldum. Öte yandan fakülte dekanının oğluna özel ders verecek kadar da renkli geçtiğini söyleyebilirim. Ama İ.T.Ü.'ye eşeği bağlasanız başka üniversitelerin birincilerinden daha iyi mühendis çıkar. Bunun nedeni de bu okulda tarih öncesinden kalma psikopat, sosyopat, ne ararsanız hocaların var olmasıdır. Düşünün ki ben yularsız dolaştığım halde iyi bir mühendis olarak mezun olmayı başardım. Bu okulu 6-7 yıl gibi pek makul bir sürede bitirdim. Sonrasında askerliğimi geciktirmek için elden geleni yaptım. Osmaniye askerlik şubesi, beni Ankara'da ailemin yaşadığı şehirde ararken ben İzmir - Karşıyaka'da denize karşı bira içiyordum ve Çörçil'i mesken edinmiştim. İzmir'de soğutma sektöründe çalıştım. Aynı sıralarda yerel bir radyoda canlı program hazırlayıp sundum. Çok rüya gören biri olduğum için "Düşkronize" adını verdiğim programda gördüğüm rüyalarımı anlatıyordum ve rock-metal müzik yayını yapıyordum. Metinlerim biraz mizahi biraz hüzünlüydü. Medya ile ilk tanışmamdır bu deneyim. Nihayet, babamın ihbar etmesi sonucu 1998-99 yıllarında Erciş-Van'da yedek subay olarak askerliğimi yaptım. Hikayeleri çoktur. Zaman içinde yazılar sırasında yer yer anlatacağım derecede enteresan, komik ve ibret verici anılarla doludur. Daha sonra tekrar İzmir'de yaşadım ve yine soğutma sektöründe çalıştım. 2001 krizinde çalıştığım Ar-Ge departmanı kapatıldı ve işsiz kaldım. İşte, bu ilk uzun işsizlik döneminde daha önce kurcalama fırsat bulamadığım internetle tanıştım ve uzunca bir süredir her gün aldığım çeşit çeşit gazeteleri internet üzerinden eleştirmeye başladım. Aslında bulduğum ilk platform Outlook Express idi. Yazımı yazıyor, eleştirimi yapıyor ve saptadığım çok sayıda e-posta adreslerine gönderiyordum. Bir ara 3000 kadar e-posta adresi biriktirmiştim. Fikir spam'i yaptığım söylenebilirdi. Sonraları yazılarımı dostlarıma ve bazı medya adreslerine göndermeye başladım. Hatta "The Outlook Express" adı altında dünyanın ilk e-posta gazetesini bile yayınladım bir süre. Bu durum, Medyakronik sitesinin ilgisinin çekti ve kapanana kadar bu sitenin gedikli bir okur-yazarı oldum. Site kapandığında ve herkes merakla "Nasıl bu site kapanır" diye siteyi açtığında bile benim yazım vardı ekranda. Medyakronik, Doğan medyasını eleştirel anlamda rahatsız ediyordu. Doğan medyası, Abbas Güçlü ve Fatih Altaylı kanalıyla bir arsa mevzusu muydu neydi, Bilgi Üniversitesi'ni resmen tehdit etmişti. Aydın Uğur da sesini çıkaramamıştı. Fatih Altaylı'yı affettim ama Abbas Güçlü ile görülecek bir hesabım var hala. 2002 yılı ortalarıydı. Söz konusu o yazıda "Siz bu siteyi kapatabilirsiniz ama ben damlayacak ve hatta taşacak yer bulurum, hiç merak etmeyi" diyerek meydan okumuştum. Türkiye'de şu anda MEB'de seçmeli ders olarak okutulan medya okuryazarlığının Türkiye'de ilk ve bence pek neşeli uygulamalarını yaptım o zamanlar. Okuryazarlık kavramını pek çok başka kavram gibi GHK'dan arakladı fikir hırsızları... Herhalde amaç, "mainstream medyada" her okuduğunu eşşek gibi kabul eden okuryazarlar yetiştirmek olsa gerek. Fakat GHK bir gün onlara anlatacak. Korkarım onlar sadece okur yetiştiriyorlar. İtiraz etmeyene yazar denmez çünkü. Kayıtlar, arşivler yerli yerindedir. İnanmayan, isteyen arşivlere bakar. Türkiye'nin ilk okuryazarı kimmiş öğrenir. Ama ben, bu konunun tarihçilere bırakılmasından yanayım. İşte, bir yandan bu işlerle uğraşırken öte yandan Kanada'ya göçmenlik için başvuruda bulundum ve 2002 yılı ortasında Kanada'ya gittim ve orada yaklaşık 4 yıl kaldım.
'Babamın ölümünden sonra bu ülkeye verecek çok şeyimin olduğunu anladım'
Neden geri döndünüz?
Aslında Kanada'ya zaten 4 yıl için gitmiştim. Elbette işler harika giderse kalmak, bir seçenekti. Ancak benim gibi bir iflah olmaz iyimser bile bu maceranın 4 yıl süreceğini biliyordu. Öte yandan babam hastaydı ve annemin "Ölsek cenazemize yetişemezsin" sitemlerine hak vermeye başlamıştım. Kaderin cilvesi gereği Kanada'dan döndükten birkaç ay sonra Ankara GATA'da babamın ölüm haberini veren hastanedeki ruhsuz doktorun karşısında, annemin yanında 4 kardeşten sadece ben vardım. Ruhsuz diyorum, çünkü ben annemi teselli ederken o doktor yan odada hemşirelerle fingirdiyordu. Ağlayan annem omzumda. Doktor orada hemşirelerle fingirdeşmekte. İşte o anda GHK'nın bu ülkeye verecek çok şeyi olduğunu anladım. Bir de, benim biricik bir Fransızca lise öğretmenim vardı. Adı Yaşar Azaz. GHK'yı GHK yapan dünyanın en özel insanıdır. İlerde kısmetse kendisinden sıkça bahsedeceğim. Kanada'ya gitmeme hiç razı değildi ve ben Kanada'da iken onu da kaybetmiştik. O, "Sen bu topraklarda yetişmiş bir gelinciksin" derdi. "Kanada'da seni bir fanusa koyarlar" demişti. Haklıydı. Gidenlere de, orada kalanlara da saygım var ama, hem olumlu hem olumsuz anlamda söylüyorum, Türkiye gibisi yok bu dünyada. Bir kere, oralarda hep çalışacak ve hiç eğlenemeyeceksiniz. Kazandığınızı ömür boyu tahta bir eve ve astronomik sigortalara yatıracaksınız. Oysa Türkiye'de eğlenmeye de zaman var. Koskoca Ontario Gölü kıyısından sadece kazlar ve sincaplar istifade ediyor. Doğal hayatı koruma niyetine tek bir tesis yok desem yeridir. Yanlış algılanan bir konudur bu. İnsan ve insanın doğal hayvanlıkları da "doğal yaşam" değil mi peki? Tamam belki biz abartıyoruz ama onların abartmadığını da söyleyemem. Ne var iki tane çay bahçesi, üç tane balık lokantası açsan o güzelim gölün kıyısına, kazların sincapların soyu mu tükenecek? Biz insanlar hayvan değil miyiz? Kanadalılar iyi hoş insanlar ama çok sıkıcı insanlar. Mizahtan da anladıkları yok. Onları güldürmek için Hint aksanı ile İngilizce konuş, yeter. İyi de her gün onları dinliyorsun zaten! Sonra bireysel özgürlüklerin tadını çıkartmanın da bir sınırı var. Biraz olsun mücadelesi olmayan bireysel özgürlüğün ne kadar keyfi olursa o kadar keyifli yaşıyor Kanadalılar. Benim gibi birisi yaşayamazdı orada. Öyle de oldu. Gerçi bazı meşhur medya dostları "Deli misin gelme bu ülkeye" dediler ama evet biraz delirmiştim ve döndüm. İşin ilginç yanı döndükten sonra düzeldim ve topluma uyum sağladım. Tabii ilk günlerde birkaç defa yaya geçitlerinden fütursuzca geçmeye kalkıp hayatımı zor kurtardım.
Şu anda sadece yazıyor musunuz? Yoksa mesleğinizi de yapabiliyor musunuz?
Alternatif medyada henüz kitabı dahi olmadan sadece yazarak geçim sağlamanın yolunu bulan birisi olacaksa o kişi ben olacağım. Dünyayı bilmem ama Türkiye'de yazarlık maaşını doğrudan okurlarından alan ilk ve tek yazarım. Kişisel olarak tanışmadığım belli sayıda okurum gönüllerinden ne koparsa hesabıma para yatırıyorlar. Ama bu para vergi kaçakçısı olmamı sağlayacak boyutta elbette değil. Geçinmek için mesleğimi yapmak zorundayım. Ancak şu anki kriz koşulları nedeniyle mesleğimden gelen kayda değer bir artı değer yok. Şu anda bir özel şirket için "freelance" ve "part-time" satış mühendisliği yapıyorum. Yani kadrolu, sigortalı değilim. Ortada bir maaş yok. Satış üzerinden prim söz konusu ve maalesef işler kesat. Ve aslında şu dönemde bir yol ayrımındayım. Artık mesleğimi bırakıp tamamen yazmaya yönelmek üzereyim. Part-time düşünürlük artık bana yetmemeye başladı. Hem sosyalist hem kapitalist bir hayırsever bulursam full-time düşünmek istiyorum. Çünkü sürekli seyahat barındıran mesleğim düzenli yazmama ve en önemlisi güncelin takibine engel oluyor. Geçen yıl çalıştığım eski işyerimde, uluslararası bir şirkette, müdür olacağım diye güncelden o kadar koptum ki 2008'de Türkiye'de ve dünyada ne olup bittiğini halen bilmiyorum. İşin gerçeği, ben medyayı bir platform olarak kullanıyorum. Kimseler bilmez, sayısız öyküm ve şiirim vardır. Başlamış ama dağılmış birkaç tane de roman denemesi. 2008'de az daha müdür olacağım diye koca bir yıl yeniHarman'a sadece 2 yazı gönderebildim. Neticede yalakalar kazandı ve hak ettiğim halde müdür olamadığım gibi yazısız bir sene geçirdim. Gerçi Mart sayısında ortaya hoş bir geri dönüş yazısı çıktı ama GHK'nın mühendisliğe full-time dönmesi demek yazmaktan alıkonması ve medyabazların rahat etmesi demek. Oysa ben en çok medyabazların işine geliyorum. Bunu bir anlasalar.
Ne zamandan beri yeniHarman'da yazmaktasınız?
2005 sonlarıydı. Yazılarımı Bezgin Bekir'e de gönderiyordum. Tuncay Akgün yeniHarman'da yazmamı teklif etti. 2006 ve 2007'de Kutlu Esendemir'in çabaları ile tüm yoğunluğuma rağmen hemen her sayı yazdım. 2008'de gözümü müdürlük bürüdüğü için ve aralıksız seyahatlerim nedeniyle yazmaya pek vakit bulamadım. Doğrusu yazmak içimden de gelmedi. 2008'de dostlarıma e-mail bile yazmadım. Biraz da yazmaya karşı bir tepki geliştirmiştim. "Yazıyordum da ne oluyor, kimselerin iplediği yok" diyordum. Yazmayla karnım doymuyor diyor ve mühendislik mesleğime sarılıyordum. Dağa küsmüş bir fareydim.
'Elli yıl sonra GHK'dan bahsedecekler'
Köşenizin adı 'Medyalog'. Neden?
Bir İzmir-Karşıyaka yaz akşamıydı. Biramı yudumluyordum. Gelecekte üniversitelerde "medyaloji" kürsülerinin açılacağını hayal ettim. Çünkü çağımız bunu gerektiriyor. Ben Kanada'da medya ve teknoloji ilişkileri bağlamında epeyce kafa yordum ve benim sevgili medyam pek bilmez ama epeyce okudum da. Zaten yine onlar pek bilmezler ama bu hususta Kanada bir numaradır. GHK, Kanadalı ve bana göre dünyanın en önemli medya kuramcısı Marshall McLuhan'ın Türkiye medyasına sızmış bir çeşit Truva atıdır. Özellikle medya hakkında yazdığım yazıların pek çoğunda bilim ve teknolojinin sosyal ve bireysel yaşamlarımıza ve en önemlisi medyaya getirdiği kolaylıklar ve yaptırımların medya tarafından fark edilmesi için uğraşıyorum ama çoğunluk polemiklere veya ironik, sarkastik ifadelere takılıyor daha çok. Bizzat Gürkan Haydar Kılıçarslan'ın varlığı McLuhan'ın tezlerinin ispatıdır. İnternet olmasaydı GHK ortaya çıkmazdı. 50 yıl önce şu yaşımda olsaydım muhtemelen devlet adına çalışan bir mühendis veya en fazla Aziz Nesin çizgisinde edebiyat yapacaktım. Elbette ahbap çavuş ilişkileri sayesinde dönen medya ve yazın dünyası çarklarında kimim kimsem olmayacağı için yazdıklarımdan kimsenin haberi olmayacaktı ve ben de ölmeden önce en yakın dostumdan yazdıklarımın yakılmasını isteyecektim. Bizim medyada McLuhan'ı bilenler yok mu? Var elbette. Ama emin olunuz, hiçbiri yetkin bir masada değil. Olanlar da adamın içini kıyarlar eminim. Bir örnek vereyim; Aslı Tunç. "Yüzde 100" ironi dolu bir yazımı tamamen tersinden anlamayı başarmış bir ismin eğer biliyorsa McLuhan öğretmesinden daha feci ne olabilir? Akademilerde ağır bir yük haline getirilmiş bir unsur olduğuna eminim McLuhan'ın bizde. Ama merak edilmesin Temmuz sıcağında yeniHarman'da sıkı bir McLuhan yazısı geliyor kısmetse. Benim sevgili medyam hukukla, güncel olanla, ideoloji savaşlarıyla kafayı sıyırdığı için ve popüler kültür dendiğinde dedikodu ve pek yakında demode olacak "life style" olgularını anladığı için ülkede medyaloji kürsülerinin açılması için 30-40-50 yıl geçmesi gerek. Elbette bu kürsüler, Batı dünyasında yaygınlaştıktan sonra bizde açılır, kimse merak etmesin. Aslında açılmaya başladı bile. Bizde bir tane ilklerin adamı çıkmaz, çıkartılmaz daha doğrusu. Normal şartlarda ben mevcut yazılarımı aklı başında bir Batı ülkesinde yazmış olsaydım şimdiye çoktan böyle bir kürsüyü oluşturmak için medya ve akademi dünyasından teklifler almıştım. Ortak projeler gerçekleştirmiştik. Oysa biz "Kim bu adam, niye bizim dünyamıza girmeye çalışıyor" gibi bakan vasat ve hasetçi bir çoğunluk tarafından kuşatılmışız. Fakat yine de ben üzülmüyorum. Eninde sonunda 50 yıl sonra torunlarımızın torunları bu kürsüleri Türkiye'de açtıkları zaman ülkenin ilk medyalogu olan GHK'dan bahsedecekler, AA'lardan değil, Ayşe Arman'dan veya Ahmet Arsan'dan değil. Bunu yeniHarman'da yazdığım zaman şaka yaptığımı sananlara cevabımdır bu. Medyalog bugüne yazan bir pop köşe değil. Tüm güncelliğine rağmen gelecek zamanlara da hitap eder. İnanmayan beklesin ve 10 yıl sonra bir daha okusun. Biz, o zamana kadar beklemeyeceğiz, Allah ömür verdikçe yazmaya devam edeceğiz inşallah.... Oktay Ekşi gibi oldu bu "biz"... Sanırım bir izah gerek. Ekip değilim ben. Tek kişiyim. DKM sitesinde bir yazımda Oktay Ekşi, Hasan Pulur gibi isimlerin sıkça kullandığı bu bendeki "biz"i tarif etmiştim taaa 2005'te... Şimdi Ertuğrul Özkök de benim gibi dalga geçiyor bu "biz"le...
Ertuğrul Özkök'ten talep ettiği şey neydi?
Başka gazetelerden veya dergilerden yazarlık teklifi aldınız mı hiç?
Aslında yeniHarman'dan önce Kanada'da Canadatürk Gazetesi'nde "Düşüngeç" adlı bir köşede yazıyordum. Bunun dışında Bora Ercan ve başka dostlar ile beraber adını kendimin bulduğu "İzinsiz Gösteri" sitesinde düzenli olarak yazdım. Bir dönem Dördüncü Kuvvet Medya (DKM) sitesinde konuk yazar olarak haftada en az bir yazıyordum. Ha, bir ara Gazetem.Net'te de konuk yazar olarak yazdım ama misafir sevmeyen bir yapıları olduğu için oraya daha fazla yazmak içimden gelmedi. Allah, kimseyi oraya misafir düşürmesin. Türkiye'den herhangi bir gazeteden çok bazı gazeteci ve yazarlardan daha çok internet medyası bağlamında çeşitli projeler için çeşitli teklifler aldım. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Gazete yazarlarından da, örneğin sağ olsun Melih Aşık gibi köşelerine katkı isteyenler oldu ancak bu tip bir iş benim bünyeme uygun değildi. Bunun dışında elbette zerre kadar yavşamadan ve yalakalık yapmadan bizzat benim açık açık köşe istediğim yayın yönetmenleri de oldu ve bu taleplerimin takipçisi de olacağım. Sözgelimi Ertuğrul Özkök… Kendisine Hürriyet'in eklerinde, hele Kelebek Melebek gibi eklerde yazmamın imkansız olduğunu, bizzat kendisine komşu köşede yazmak istediğimi ilettim. Ahmet Arsan'a da Pazar ekine düştüğü için doğrusu acıyorum. GHK'nın en karakteristik yanı kafaya koyduğunu er ya da geç gerçeğe dönüştürmesidir. Elbette yazarlık demek, sadece bir gazete veya dergide yazmak demek değil. Kitap yazmaktan internet yazarlığına sayısız yazarlık mümkün. Ama sorarsanız lisedeki hayalim Cumhuriyet Gazetesi'nde köşe yazarı olmaktı. Çünkü lise yaşantımda toplantılarda ve çeşitli legal-illegal aktivitelerde gösterdiğim tavır, iki arkadaş çıkardığımız ve okul gündemini sarsan ve bu nedenle sık sık kapatılan ama her defasında yeni isimle açtığımız okul-duvar gazetesinde yayımladığım yazılarımdaki tavır, bir çeşit Uğur Mumcu tavrıydı. Doğrusu, kendisini de Yalçın Küçük hoca ile ayrı veya beraber defalarca panellerde izlediğim için ona hayrandım. O zamanlar hayalim buydu. Çok ciddi olarak gazetecilik okumayı da düşünüyordum. Ancak Fen Lisesi öğrencisi olmanın ve ailemin, çevremin kurbanı oldum. Lise yıllığımızda arkadaşlarım "geleceğin gazetecisi ve yazarı" gibi ifadeler yazdılar hakkımda. Lakin salak kafamın matematiğe yatkın olması yüzünden bir yanlışlık eseri mühendis oldum. Şimdiyse bu kaderden istifade etmeye bakıyorum. McLuhan'ın kuramlarını anlayacak ve onları daha öteye taşıyacak bir eğitimden geliyorum ben... Şimdi hayat Cumhuriyet'i başka yere attı, beni bambaşka yere. Neticede nerede yazdığınız önemli değil. Ne yazdığınız önemli. İyi olana karşı, değil dünya; Doğan Hızlan dirense eninde sonunda yerini yurdunu bulur iyi olan ve geleceğe o miras kalır. Kötü olansa isterse 60 yıl baş köşeden yazsın, eninde sonunda kötü bir anı olarak unutulur gider. Hani, bir mühendis olan Oğuz Atay'ın zamanında popüler olan medyabazlar neredeler? Bir kısmı elbette hayatta ve kimisi hala köşe başlarında belki. Garibim Oğuz Atay'a sağlığında yaşatmadılar belki. Ama gözleri önünde tarihe Oğuz Atay geçti. İyiler, tarihe geçmek için, kötülerse bir an önce unutulmak için beklerler ölümü...
Orhan Pamuk ve Elif Şafak 'Sera Edebiyatçısı' mı?
Yazın dünyasındaki hedefiniz nedir?
Her ne kadar medyaya sarkastik, ironik, "cynic" gibi kapsayıcı ve bence beni tarif etmeyen tarifler ışığında yaklaşıyor olsam da ve içeriğine sıklıkla popüler öğeler katsam da ve hatta işe henüz akademilerde kürsüsü olmayan bir bilimsel perspektiften bakıyor olsam da medya benim için bir amaç değil, araçtır. Gerçek amaç elbette yazın dünyasıdır. Sonuçta bilimi edebiyatla, felsefeyi medyayla harmanlayarak belki de daha önce yapılmamış olanları yapmaya devam etmek istiyorum. Kendi yaşantımı, başkalarının yaşantılarını gayet doğallıkla bir kuram yazısına dahil edebilirim. Bir medya eleştirisinde bal gibi edebiyat yapabilirim. Yazın türleri istediği gibi ayrılsın. Beni ilgilendirmez. Bir öykümde gerçek kişiler olabilir. Şiir gibi bir polemik yazabilirim. Hayat sadece fıkra ya da makale yahut şiir veyahut oyun değildir. Hepsi vardır hayatta. Yazılar da bence öyle olabilir. Eleştirmenliğin bile kurumsal olarak eleştirileceği bir çağa gidiyoruz ve medya - yazın - akademi dünyasında deri elbiseli ve kamçılı BDSM otoritelerinin çizdiği sınırlara karşıyım ben. Gelecekte tüm yazılarımı ve kısmetse kitaplarımı okuduktan sonra bir okur, bu adam bir dolu gerçek olayı roman tadında öykü kıvamında şiir gibi birbiriyle harmanlamış dese bana yeter. Okur okuduğunu gözünde canlandırabiliyorsa, içinde hissediyorsa, ben okura zaman ve mekandan bağımsız olarak dokunabiliyorsam bana yeter. Hormonsuz gerçek edebiyatın yeniden var olabileceğini ispatlamak istiyorum. Kafka'nın, Dostoyevski'nin, Oğuz Atay'ın çağındaki soylu edebiyatların, Peyami Safa'nın zehirli dilinin 21. yüzyıla özgü biçimde ve bambaşka isimlerle yeniden doğmasını diliyorum. Orhan Pamuk, Elif Şafak gibi koskoca bir kitap yazıp eni konu sade bir cümleden başka okura başka bir şey veremeyen "sera edebiyatının" sonunu getirmek için mücadele eden bir Don Kişot'um ben. Şunu herkes anlamalı; sırça köşkte edebiyat yapılmaz. Olsa olsa hormonlu domates yetişir! Elif Şafak'ın kitabı, Orhan Pamuk'un kitabı eşleri veya sivil toplumları sayesinde bir ürün olarak pazarlanır ve satar ama tarihe kalmaz. Çoluklarına çocuklarına mal mülk kalır sadece. Bu gerçeği de birilerinin söylemesi gerek. Ha, bakarsınız bu isimler beni Balzac gibi şaşırtır bir gün. Merak etmesinler. Herkesten daha çok övgü dolu sözleri de sarf ederim. Burada bir husumet yoktur. Küfür, zaten GHK sözlüğünde yoktur. Kapitalizmin bazı oyunlarını deşifre etmek vardır. Ben yıllarca zavallı Balzac'a laf etmiştim. Bir gün bir eserini okumaya başladım ve kitabı elimden bıraktığımda roman bitmişti ve Balzac karşısında reverans yapmıştım. Böyle bir hadise olsun, ciğerimi yesinler. Bir filmin tüm kareleri izleyene keyif vermeli. Ben tuğla gibi bir kitap okuyacağım ve sonra ilkokul seviyesinde bir ana fikirle yetineceğim. Kusura bakmasınlar. İsraf haramdır. Bana göre bu ülkede koskoca Alev Alatlı dururken, koskoca Gürkan Haydar Kılıçarslan dururken Elif Şafak'a köşe yazdırmak milli servetin harcanmasıdır. Milli servet, sadece "trona madeni" değildir.
Kitabı ne zaman çıkıyor?
yeniHarman yazılarınızı bir kitapta toplamayı düşünüyor musunuz?
Toplandı bile. Hatta yeniHarman yazılarından başka yazılar da var. Epeyce de kalın aslında. Benimki de tuğla gibi oldu. Ama başkalarının kitapları gibi fiziksel ağırlığıyla değil tinsel ağırlıyla kafa yaracak. Pek büyük olasılıkla bu yaz çıkacak. Eğer yetişirse yaz tatilinde okumak için ideal olacağını sanıyorum. En geç kitap fuarına yetişir sanıyorum. Herhalde ben de kitap çıktıktan sonra kanal kanal dolaşırım. Sonrasında ise gün yüzü görmemiş öyküler gündemde olacak.
Türkiye'nin, maaşını okurundan alan tek yazarı
'Türkiye'nin maaşını doğrudan okurundan alan tek yazarı' olarak biliniyorsunuz. Bilmeyen okurlarımız için açar mısınız bunu?
yeniHarman Mart 2009 sayısında hikayesini anlattığım bir konu bu. Önceki mühendislik işimde 2008 yılını kariyer peşinde harcadım. Bu nedenle yazı yazamadım. Çünkü yazarlıktan bir maddi gelirim söz konusu değildi. Yazı işi, gönüllü yürüyen bir işti. Önceki işimde peşinden koştuğum kariyer konusu maalesef torpilli bir başkasına gidince o işimden de ayrılmak zorunda kaldım. Bir süreliğine Kanada'da tekrar şansımı denedim ancak oraya gittiğimde ekonomik küresel kriz patladı ve bir süre sonra yeniden memlekete döndüm. İşsiz olmam nedeniyle yazımda okurlarıma durumu aktardım. Hatta "Yazmamı isteyen varsa hem de işsiz olduğum için hesap numarama desteklerinizi bekliyorum" diye yazdım. İnanması güç ama o günden sonra bu hesaba hem de düzenli olarak para yatıran okurlarım oldu. Sadece bir okurum kimliğini e-mail ile bildirdi. Diğerleri e-mail bile göndermediler. En ilginci de aralarında para toplayıp bir seferliğine para yatıran üniversite öğrencisi genç okurlarım oldu. Bir çok başka okur da e-mail ile para yatırmak istediklerini söylediler. Aralarında aylık 700 TL kazanan bir işçi okurum da vardı. Onlara "kendilerinin daha çok ihtiyaçları" olduğunu iletip teşekkür ettim. Herkes şaka yaptığımı sandı. Öyle ki hesabıma para yattığını söylediğimde de hala şaka yaptığımı sananlar var. Şakalarımın hepsinin gerçek olduğunu anlatamadım bir türlü. Hatta Nijerya'ya iş görüşmesi için gittiğimi yazdım. Onu da şaka sananlar oldu. Ama sizin vesilenizle bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Yazdığım her şey gerçektir. Yazılarımda mizah öğeleri, ironi var diye kimi insanlar şaka yaptığımı sanıp inanmıyorlar. Oysa ben Serdar Turgut veya ona benzeyen başka mizah yazarları gibi gerektiğinde hayali konuları yazmıyorum. Ben tamamen gerçek olay ve kişilerden bahsediyorum. Kendimle ilgili yazdıklarım da tamamen doğrudur. Evet, ben şu anda yazarlık maaşını doğrudan doğruya okurlarından alan ilk ve tek yazarım. Doğrusu gurur verici olduğunu düşünüyorum. Bu durum "nadide" bir durumdur. "Unique" bir hadisedir bu. 3 TL'lık bir dergi alıyorsunuz ve sevdiğiniz yazarın hesabına 50 veya 100 TL. yatırıyorsunuz. Böyle yüce gönüllü okurlara her yazar sahip olmaz. Teşekkür ediyorum onlara. Onlar ilk kitabıma para ödemeyecekler.
Salomanje çıkarmasının ayrıntıları
Geçtiğimiz ay sonunda Nişantaşı Salomanje'deki medya toplantılarına sızdınız gizlice. Nereden esti bu?
Serdar Turgut öteden beri takip ettiğim, sevdiğim yazarlardan biridir. Zekasına da saygı duyarım. Onun tutarsızlığına da hayran olduğumu söyleyebilirim. Zaten ben çok tutarlı olduğuyla övünenlere de şüpheyle bakarım. Bir gün Serdar Turgut köşesinde "Salomanje" den bahsetmişti. Benim gittiğim günden bir gün önce de köşesinden Ahmet Arsan'ı bir öğle vakti şarap içmeye davet etmişti. Böylece Ahmet Hakan'ın da orada olacağını anladım. Yapılmamış olanı yapmak istedim. Gidecektim ve gerekirse kendimi de tanıtarak tokalaşacaktım. Elbette bunu masayı rahatsız ederek değil, sadece yalnız olduklarında planlıyordum. Öyle de oldu. Sadece Serdat Turgut ve Ali Saydam'ı yalnız yakaladım. Onlarla tanıştım. Diğerleri nedense masadan pek kalkmadılar. Ayrıca yılardır yazılarımda ismi geçen birtakım medya isimlerini canlı canlı görmek istedim. Hem böylece onlar da benim gerçek bir kişi olduğumu anlayacaklardı. Taaa Kanada'dan yanlarındaki masaya kadar gelerek ne kadar ciddi olduğumu da göstermek istedim. Ama Hıncal Uluç ve Ahmet Hakan bonus oldu benim için.
Ali Saydam ile tuvalet önünde tanışma faslı
Mevzu bahis konuyu anlattığınız 'Oradaydım' başlıklı yazınızda espritüel bir dil kullanmışsınız bir taraftan. Cebinizde az para olmasından mütevellit ufak da olsa bir tedirginlik duymuşsunuz sanırım. Anlatır mısınız o diken üstünde oturma halini?
Beni en çok endişelendiren, çayımı ve latteyi bitirdikten sonra ısrarla "Başka bir arzunuz var mı?" diye soracak garsonlardı. Çünkü reddedemediğim ve dur durak bilemediğim üç şey vardır sürekli sorulursa. Biri çaydır. Eğer defalarca yanıma gelip sorsalardı herhalde "Hesabı yan masaya yazın" derdim ve çıkardım. Bulaşık yıkayacak halim yoktu. İtiraz etmeye kalkarlarsa da Serdar Turgut'un hesabına yazın derdim. Masadaki diğer isimleri bilemem ama Serdar Turgut sanırım hesabımı öderdi. Öte yandan, Serdar Turgut'un Cuma toplantılarını terk etmiş olmasını köşesinden ilan etmesi nedeniyle kendisine teşekkür ediyorum. Hakikaten köşesinde yazdığı gibi bu toplantılar daha ziyade bir çeşit narsizmden muzdariplerin birbirlerini kutsamasıydı. Düşünsenize Ali Saydam koskoca GHK ile tanışmış ve "yeniHarman ha!" diyor, GHK'yı iplemiyor ve hemen Soner Yalçın'a laf yetiştirmeye koşuyor. Sanıyorum GHK ile tuvalet önünde tanışarak "yeniHarman ha!"yı daha yakından tanımıştır. Bence herkesin de tanımasında fayda vardır. Çünkü o masada oturan herkes bir gün yazdıkları köşeleri terk etmek zorunda kalacaklar ve seslerini duyuracak bu platforma ihtiyaç duyacaklar. O gün yanlarında sadece "yeniHarman ha!" olacaktır. Öte yandan, belki de bunu bildiklerinden olsa gerek bana bakışlarında bir gariplik olduğunu da söyleyebilirim. Kendimi bir ara Red Kit'in şu meşhur müşterilerinin boy ölçülerini alan cenaze levazımatçısı gibi hissettiğimi de söylemeliyim. Tekin bir karşılaşma olmadığını düşünmüş olabilirler. Masamda sanki bir tek akbaba eksikti.
'Ahmet Hakan çelmemden ucuz kurtuldu'
Mekana girdiğinizde kimler vardı 'medya masası'nda?
Ali Saydam, Soner Yalçın, Oray Eğin, Ayşenur Arslan, Tuğçe Tatari, Serdar Turgut, Ali Saydam'ın asistanı Aslı adında bir bayan, Melis Alphan ve ismini çıkartamadığım 2 bayan daha. Hıncal Uluç ve Ahmet Hakan sonradan geldiler ve bir çelme mesafesi kadar önümden geçmek zorunda kaldılar. Hatta Ahmet Hakan ucuz kurtuldu çelmemden o gün. Çünkü çok sakar otururum ben.
Tuğçe Tatari ile nasıl bir etkileşiminiz oldu?
Salomanje'nin adresini verdiğim bayan Tuğçe Tatari değildi. Yazı, baskıya pek az kala son anda yazıldı, gönderildi. O sırada adını çıkaramadığım isimlerden Tuğçe Tatari'yi yazıyı yazıp gönderdikten sonra hatırladım. Ve bunu bir e-maille editör Başar Başaran kardeşime ilettim. Başar kardeşim öyle uygun görmüş. Bence bir zararı yok, hatta yakışmış... Adres verdiğim bayanın adı neydi, inanın halen bilmiyorum. Her ne kadar ilgili yazıda günün Külkedisi benmiş gibi yazdıysam da adres verdiğim o bayanın bir ayakkabısı elimde diyebilirim. Bir medya prensi olarak tüm medya mahallelerini dolaşıp bulacağım onu. Tuğçe'ye gelince... Aslında onunla da etkileşimim epeyce oldu. Çünkü tam karşımda oturuyordu ve Hıncal Uluç geldikten sonra bile masa başı pozisyonunu değiştirmedi. Dikkatini daha çok masaya verdiği için, masadakiler arasında en çok kendisini kesmeme rağmen fazla yüz vermediğini söylemeliyim. Tipi olmayabilirim veya onun meslek aşkının yanında bir kıymetim olmayabilir. O gün bakışlarıma en çok karşılık veren Ayşenur Arslan oldu. Ama sanıyorum Ayşenur Hanım ya beni bir yerlerden tanıdı, ya da "kim bu tekinsiz adam" diyerek baktı. Ama ben ilk olasılığı daha kuvvetli buluyorum. Medya Mahallesi yapan Ayşenur Arslan'ın Mahalle Medyası yazmış Gürkan Haydar Kılıçarslan'ı bilebileceğini sanıyorum. Mutfak ustası bir isim olarak ondan da bunu beklerim. Diğer isimler etrafa bakarken bile daha çok kendilerine bakar gibiydiler. Yanılıyor da olabilirim. Ama diğerleri de Ali Saydam gibi olmalılar ki bir tanesi bile "Gel kardeş, bir gün sana Salomanje'de kuru fasulye ısmarlayalım" demediler. İnsanlık öldü mü? Galiba ölmüş Ersin kardeş...
Ahmet Arsan, Ahmet Hakan mı?
"Bu arada birinci ağızdan Ahmet Arsan'ın Ahmet Hakan olduğunu yerinde teyit ediyorum" demişsiniz. Ahmet Hakan mı dillendirdi bunu masada?
Daha ilk yazısında "Tarkovski"den demode olarak bahseden bir yazar, Ahmet Hakan'dan başkası olamaz. Hürriyet'ten önceki Ahmet Hakan bir Tarkovski filmi kahramanıydı. Şimdi ise Tarantino kahramanına döndü. Evet masaya geldikten sonra da Ahmet Arsan yazısı ile uğraştığı için geç kaldığını söyledi. Öte yandan Ahmet Arsan'ın son yazısı da bir kez daha bu tezi doğruluyor. Ahmet Arsan son yazısında "Teşvikiye'ye son bir ayda gitmediğini ve başka neleri yapmadığını" anlatıyordu. Anlattıklarından biri de harama yaklaşan mekruhlardan uzak durduğu idi. Yalan söylemek, harama yaklaşan bir mekruh değildir. Neticede fazla zararı olmayan bir yalan ile en fazla haramlaşmayan mekruha girersiniz. Bu arada aldığım nazar boncuklarından mavi olanını keşke Ahmet Hakan'a verseydim…
Salomanje'nin 'Medya masası'nın enleri
Masanın 'en'lerini anlatın desem…
En empatik, Ayşenur Arslan. En sıkılgan, Serdar Turgut. En sarhoş, Oray Eğin. En gülümseyen, Soner Yalçın. En çok yiyen içen, Oray Eğin. En şüpheci, Ayşenur Arslan. En çok telefonu çalan, Serdar Turgut. En çok telefon eden, adres verdiğim bir ayakkabısı bende olan bayan. En tedbirsiz, Ali Saydam. En şık, Tuğçe Tatari. En kısa, Ahmet Hakan. En sessiz, Soner Yalçın. En çok gülenler Ali Saydam ve Oray Eğin. En son gülen, GHK.
Bu yazınızdan sonra size herhangi bir dönüş oldu mu medya dünyasındaki isimlerden?
Medya dünyasının büyük bölümünün hak etmediğim halde benden tiksindiğini hissediyorum. Kökü dışarıda sanılıyorum belki de. Mutfaklarda çalışan isimlerden olumlu izlenim ve değerlendirmeler alıyorum ama köşe yazarı müessesesinin GHK'dan hoşlanmadığını sanıyorum. Birçoğu yazılarımdan görüş veya ifade alıyorlar ama değil referans, selam dahi vermiyorlar. Oysa benim varlığımın kendileri için faydasını değerlendiremiyorlar. Her eleştirilen veya yazıma konu olan korkarım benimle muhatap olmak istemiyor. Beğenenlerin bile "buralardan uzak" diyerek tahtaya üç kere vurduklarını sanıyorum. Elbette önceki yazılarımdan ötürü zaman zaman benimle iletişim kuran çok değerli medya isimleri ve dostları var. Öte yandan şimdiye kadar 5 büyük yazar veya medya mensubu geçtiğimiz yıllarda beni ev veya işyerlerine davet ettiler ve onlarla tanıştım. Herhalde bu 5 isim cevşen takıyor olmalı ki hiçbir yazımda bu isimleri nedense eleştiremiyorum ve korkarım eleştiremeyeceğim de. Kaç kere denedim. Yok. Elim tutuluyor adeta. Ama söz konusu o 5 isim de hayli ağır ve saygın isimlerdir. Bu da bilinmeli...Öte yandan, bu son yazıdan sonra okurlardan son derece hoş tepkiler aldım ve bence önemli olan okurlardan dönüş alabilmek. Her yazıdan sonra belli sayılarda okur tepkileri alıyorum ki hemen hepsi olumlu oluyor. Bu bir başarıdır. Genelde gıcık olanlar üşenmez ve mesaj gönderir. yeniHarman'ın internette olmadığını da düşünmek gerek. Bir okura mail adresini yazdırmak kolay değildir.
'Fehmi Koru değişmemişse eğer, beni fasıla davet eder'
'Dedektif medyalog'luğa bundan sonra hangi eylemlerinizle devam edeceksiniz?
Yazımda Fehmi Koru fasıllarını hedef seçtiğimi ifade ettim. Benim tanıdığım ve kaçırmadan takip ettiğim Fehmi Koru değişmemişse bu fakiri ilk fasıla davet eder. Fehmi Koru'nun Beyaz Türkler'den bir farkı olup olmadığını ilk fasılda anlayacağız. Ancak bunun dışında bambaşka medya eylemleri planlıyorum. Herkes ama herkes her an GHK ile burun buruna gelebileceğini hesap etmeli. Ancak endişeye mahal yok. Ben onların dostuyum. Onlar beni sevseler de sevmeseler de, aralarına alsalar da almasalar da ben onların dostuyum. Taaa mühendislik dünyasından ve taaaa Kanada'dan sadece üç beş yılda bugünlere geldiysek, hepsi ama hepsi toplanıp bir araya gelse, eğer yazıldıysa bu kader, inşallah GHK harfleri altın harflerle yazılacaktır medya ve yazın dünyasına...
5 Ağustos 1969'da İzmir-Bornova'da doğdum. Ancak nüfus cüzdanımda rahmetli babamın memleketine düşkünlüğü nedeniyle anlamsız bir şekilde Osmaniye yazar. Dedem Ali Haydar Kılıçarslan o zamanlar il olan ancak İnönü döneminde ilçeye dönüştürülen ve 96'da yeniden il olan Osmaniye'nin ilk belediye başkanıdır. Atatürk bir yurt seyahatinde dedemin evinde 4-5 saat misafir kalmış, yemek yemiştir. Atatürk'ün oturduğu sedirde oturmuşluğum vardır. Ama Ankara ve İstanbul'da büyüdüğüm halde iş hayatım için doğduğum kenti seçerek Bornova'nın komşusunda yıllarca yaşadım. Karşıyaka benim için Türkiye'deki en özel şehirdir. Lakin, İzmir bir çukurdur aynı zamanda. O yüzden artık ben de İstanbul'a dönüş yaptım.
'Fatih Altaylı'yı affetim; ama…'
Başarılı bir öğrencilik hayatı sürmüş olsanız gerek… İstanbul Atatürk Fen Lisesi ve İTÜ Makine Fakültesi mezunu bir mühendissiniz. Ne yaptınız üniversite sonrası?
Maalesef ilk ve orta öğrenimim çok başarılıydı. Okul birincisi olacak kadar inektim anlayacağınız. Lisede baktım, herkes inek. Ben de farklı olanı seçtim. Disiplin Kurulu'na gitme rekorum o lisede halen kırılmamıştır ve kırılmasına da olanak yoktur. Tam 8 defa lisede yargılandım ve yazmış olduğum sayfalar dolusu savunmalar sayesinde ilk defa edebi anlamda yazmaya başladım. Savunmalarım başarılıydı. 8 kez gittiğim disiplin kurulu bana sadece 1 kınama, 2 uyarı ve 5 tahliye vermişti. Gerçi lise başarılarım arasında İstanbul çapında liselerarası tiyatro şenliğinde "en iyi oyuncu" ödülü ve Tübitak proje yarışması gibi şeyler de vardı ama yine de en gurur duyduğum başarılarım disiplin kurulları ile ilgilidir. Eylemlerimin çoğu da "herkesin iyiliği adına" yapılan işlerdi. İlerde yazacağım kısmetse, çoğu da ilginç ve matraktır. İ.T.Ü. Makine Fakültesi'ni nasıl bitirdiğimi ise inanın bilmiyorum. Defalarca o zamanki YÖK'ün acımasız kuralları gereği atılmaktan kıl payı kurtuldum. Öte yandan fakülte dekanının oğluna özel ders verecek kadar da renkli geçtiğini söyleyebilirim. Ama İ.T.Ü.'ye eşeği bağlasanız başka üniversitelerin birincilerinden daha iyi mühendis çıkar. Bunun nedeni de bu okulda tarih öncesinden kalma psikopat, sosyopat, ne ararsanız hocaların var olmasıdır. Düşünün ki ben yularsız dolaştığım halde iyi bir mühendis olarak mezun olmayı başardım. Bu okulu 6-7 yıl gibi pek makul bir sürede bitirdim. Sonrasında askerliğimi geciktirmek için elden geleni yaptım. Osmaniye askerlik şubesi, beni Ankara'da ailemin yaşadığı şehirde ararken ben İzmir - Karşıyaka'da denize karşı bira içiyordum ve Çörçil'i mesken edinmiştim. İzmir'de soğutma sektöründe çalıştım. Aynı sıralarda yerel bir radyoda canlı program hazırlayıp sundum. Çok rüya gören biri olduğum için "Düşkronize" adını verdiğim programda gördüğüm rüyalarımı anlatıyordum ve rock-metal müzik yayını yapıyordum. Metinlerim biraz mizahi biraz hüzünlüydü. Medya ile ilk tanışmamdır bu deneyim. Nihayet, babamın ihbar etmesi sonucu 1998-99 yıllarında Erciş-Van'da yedek subay olarak askerliğimi yaptım. Hikayeleri çoktur. Zaman içinde yazılar sırasında yer yer anlatacağım derecede enteresan, komik ve ibret verici anılarla doludur. Daha sonra tekrar İzmir'de yaşadım ve yine soğutma sektöründe çalıştım. 2001 krizinde çalıştığım Ar-Ge departmanı kapatıldı ve işsiz kaldım. İşte, bu ilk uzun işsizlik döneminde daha önce kurcalama fırsat bulamadığım internetle tanıştım ve uzunca bir süredir her gün aldığım çeşit çeşit gazeteleri internet üzerinden eleştirmeye başladım. Aslında bulduğum ilk platform Outlook Express idi. Yazımı yazıyor, eleştirimi yapıyor ve saptadığım çok sayıda e-posta adreslerine gönderiyordum. Bir ara 3000 kadar e-posta adresi biriktirmiştim. Fikir spam'i yaptığım söylenebilirdi. Sonraları yazılarımı dostlarıma ve bazı medya adreslerine göndermeye başladım. Hatta "The Outlook Express" adı altında dünyanın ilk e-posta gazetesini bile yayınladım bir süre. Bu durum, Medyakronik sitesinin ilgisinin çekti ve kapanana kadar bu sitenin gedikli bir okur-yazarı oldum. Site kapandığında ve herkes merakla "Nasıl bu site kapanır" diye siteyi açtığında bile benim yazım vardı ekranda. Medyakronik, Doğan medyasını eleştirel anlamda rahatsız ediyordu. Doğan medyası, Abbas Güçlü ve Fatih Altaylı kanalıyla bir arsa mevzusu muydu neydi, Bilgi Üniversitesi'ni resmen tehdit etmişti. Aydın Uğur da sesini çıkaramamıştı. Fatih Altaylı'yı affettim ama Abbas Güçlü ile görülecek bir hesabım var hala. 2002 yılı ortalarıydı. Söz konusu o yazıda "Siz bu siteyi kapatabilirsiniz ama ben damlayacak ve hatta taşacak yer bulurum, hiç merak etmeyi" diyerek meydan okumuştum. Türkiye'de şu anda MEB'de seçmeli ders olarak okutulan medya okuryazarlığının Türkiye'de ilk ve bence pek neşeli uygulamalarını yaptım o zamanlar. Okuryazarlık kavramını pek çok başka kavram gibi GHK'dan arakladı fikir hırsızları... Herhalde amaç, "mainstream medyada" her okuduğunu eşşek gibi kabul eden okuryazarlar yetiştirmek olsa gerek. Fakat GHK bir gün onlara anlatacak. Korkarım onlar sadece okur yetiştiriyorlar. İtiraz etmeyene yazar denmez çünkü. Kayıtlar, arşivler yerli yerindedir. İnanmayan, isteyen arşivlere bakar. Türkiye'nin ilk okuryazarı kimmiş öğrenir. Ama ben, bu konunun tarihçilere bırakılmasından yanayım. İşte, bir yandan bu işlerle uğraşırken öte yandan Kanada'ya göçmenlik için başvuruda bulundum ve 2002 yılı ortasında Kanada'ya gittim ve orada yaklaşık 4 yıl kaldım.
'Babamın ölümünden sonra bu ülkeye verecek çok şeyimin olduğunu anladım'
Neden geri döndünüz?
Aslında Kanada'ya zaten 4 yıl için gitmiştim. Elbette işler harika giderse kalmak, bir seçenekti. Ancak benim gibi bir iflah olmaz iyimser bile bu maceranın 4 yıl süreceğini biliyordu. Öte yandan babam hastaydı ve annemin "Ölsek cenazemize yetişemezsin" sitemlerine hak vermeye başlamıştım. Kaderin cilvesi gereği Kanada'dan döndükten birkaç ay sonra Ankara GATA'da babamın ölüm haberini veren hastanedeki ruhsuz doktorun karşısında, annemin yanında 4 kardeşten sadece ben vardım. Ruhsuz diyorum, çünkü ben annemi teselli ederken o doktor yan odada hemşirelerle fingirdiyordu. Ağlayan annem omzumda. Doktor orada hemşirelerle fingirdeşmekte. İşte o anda GHK'nın bu ülkeye verecek çok şeyi olduğunu anladım. Bir de, benim biricik bir Fransızca lise öğretmenim vardı. Adı Yaşar Azaz. GHK'yı GHK yapan dünyanın en özel insanıdır. İlerde kısmetse kendisinden sıkça bahsedeceğim. Kanada'ya gitmeme hiç razı değildi ve ben Kanada'da iken onu da kaybetmiştik. O, "Sen bu topraklarda yetişmiş bir gelinciksin" derdi. "Kanada'da seni bir fanusa koyarlar" demişti. Haklıydı. Gidenlere de, orada kalanlara da saygım var ama, hem olumlu hem olumsuz anlamda söylüyorum, Türkiye gibisi yok bu dünyada. Bir kere, oralarda hep çalışacak ve hiç eğlenemeyeceksiniz. Kazandığınızı ömür boyu tahta bir eve ve astronomik sigortalara yatıracaksınız. Oysa Türkiye'de eğlenmeye de zaman var. Koskoca Ontario Gölü kıyısından sadece kazlar ve sincaplar istifade ediyor. Doğal hayatı koruma niyetine tek bir tesis yok desem yeridir. Yanlış algılanan bir konudur bu. İnsan ve insanın doğal hayvanlıkları da "doğal yaşam" değil mi peki? Tamam belki biz abartıyoruz ama onların abartmadığını da söyleyemem. Ne var iki tane çay bahçesi, üç tane balık lokantası açsan o güzelim gölün kıyısına, kazların sincapların soyu mu tükenecek? Biz insanlar hayvan değil miyiz? Kanadalılar iyi hoş insanlar ama çok sıkıcı insanlar. Mizahtan da anladıkları yok. Onları güldürmek için Hint aksanı ile İngilizce konuş, yeter. İyi de her gün onları dinliyorsun zaten! Sonra bireysel özgürlüklerin tadını çıkartmanın da bir sınırı var. Biraz olsun mücadelesi olmayan bireysel özgürlüğün ne kadar keyfi olursa o kadar keyifli yaşıyor Kanadalılar. Benim gibi birisi yaşayamazdı orada. Öyle de oldu. Gerçi bazı meşhur medya dostları "Deli misin gelme bu ülkeye" dediler ama evet biraz delirmiştim ve döndüm. İşin ilginç yanı döndükten sonra düzeldim ve topluma uyum sağladım. Tabii ilk günlerde birkaç defa yaya geçitlerinden fütursuzca geçmeye kalkıp hayatımı zor kurtardım.
Şu anda sadece yazıyor musunuz? Yoksa mesleğinizi de yapabiliyor musunuz?
Alternatif medyada henüz kitabı dahi olmadan sadece yazarak geçim sağlamanın yolunu bulan birisi olacaksa o kişi ben olacağım. Dünyayı bilmem ama Türkiye'de yazarlık maaşını doğrudan okurlarından alan ilk ve tek yazarım. Kişisel olarak tanışmadığım belli sayıda okurum gönüllerinden ne koparsa hesabıma para yatırıyorlar. Ama bu para vergi kaçakçısı olmamı sağlayacak boyutta elbette değil. Geçinmek için mesleğimi yapmak zorundayım. Ancak şu anki kriz koşulları nedeniyle mesleğimden gelen kayda değer bir artı değer yok. Şu anda bir özel şirket için "freelance" ve "part-time" satış mühendisliği yapıyorum. Yani kadrolu, sigortalı değilim. Ortada bir maaş yok. Satış üzerinden prim söz konusu ve maalesef işler kesat. Ve aslında şu dönemde bir yol ayrımındayım. Artık mesleğimi bırakıp tamamen yazmaya yönelmek üzereyim. Part-time düşünürlük artık bana yetmemeye başladı. Hem sosyalist hem kapitalist bir hayırsever bulursam full-time düşünmek istiyorum. Çünkü sürekli seyahat barındıran mesleğim düzenli yazmama ve en önemlisi güncelin takibine engel oluyor. Geçen yıl çalıştığım eski işyerimde, uluslararası bir şirkette, müdür olacağım diye güncelden o kadar koptum ki 2008'de Türkiye'de ve dünyada ne olup bittiğini halen bilmiyorum. İşin gerçeği, ben medyayı bir platform olarak kullanıyorum. Kimseler bilmez, sayısız öyküm ve şiirim vardır. Başlamış ama dağılmış birkaç tane de roman denemesi. 2008'de az daha müdür olacağım diye koca bir yıl yeniHarman'a sadece 2 yazı gönderebildim. Neticede yalakalar kazandı ve hak ettiğim halde müdür olamadığım gibi yazısız bir sene geçirdim. Gerçi Mart sayısında ortaya hoş bir geri dönüş yazısı çıktı ama GHK'nın mühendisliğe full-time dönmesi demek yazmaktan alıkonması ve medyabazların rahat etmesi demek. Oysa ben en çok medyabazların işine geliyorum. Bunu bir anlasalar.
Ne zamandan beri yeniHarman'da yazmaktasınız?
2005 sonlarıydı. Yazılarımı Bezgin Bekir'e de gönderiyordum. Tuncay Akgün yeniHarman'da yazmamı teklif etti. 2006 ve 2007'de Kutlu Esendemir'in çabaları ile tüm yoğunluğuma rağmen hemen her sayı yazdım. 2008'de gözümü müdürlük bürüdüğü için ve aralıksız seyahatlerim nedeniyle yazmaya pek vakit bulamadım. Doğrusu yazmak içimden de gelmedi. 2008'de dostlarıma e-mail bile yazmadım. Biraz da yazmaya karşı bir tepki geliştirmiştim. "Yazıyordum da ne oluyor, kimselerin iplediği yok" diyordum. Yazmayla karnım doymuyor diyor ve mühendislik mesleğime sarılıyordum. Dağa küsmüş bir fareydim.
'Elli yıl sonra GHK'dan bahsedecekler'
Köşenizin adı 'Medyalog'. Neden?
Bir İzmir-Karşıyaka yaz akşamıydı. Biramı yudumluyordum. Gelecekte üniversitelerde "medyaloji" kürsülerinin açılacağını hayal ettim. Çünkü çağımız bunu gerektiriyor. Ben Kanada'da medya ve teknoloji ilişkileri bağlamında epeyce kafa yordum ve benim sevgili medyam pek bilmez ama epeyce okudum da. Zaten yine onlar pek bilmezler ama bu hususta Kanada bir numaradır. GHK, Kanadalı ve bana göre dünyanın en önemli medya kuramcısı Marshall McLuhan'ın Türkiye medyasına sızmış bir çeşit Truva atıdır. Özellikle medya hakkında yazdığım yazıların pek çoğunda bilim ve teknolojinin sosyal ve bireysel yaşamlarımıza ve en önemlisi medyaya getirdiği kolaylıklar ve yaptırımların medya tarafından fark edilmesi için uğraşıyorum ama çoğunluk polemiklere veya ironik, sarkastik ifadelere takılıyor daha çok. Bizzat Gürkan Haydar Kılıçarslan'ın varlığı McLuhan'ın tezlerinin ispatıdır. İnternet olmasaydı GHK ortaya çıkmazdı. 50 yıl önce şu yaşımda olsaydım muhtemelen devlet adına çalışan bir mühendis veya en fazla Aziz Nesin çizgisinde edebiyat yapacaktım. Elbette ahbap çavuş ilişkileri sayesinde dönen medya ve yazın dünyası çarklarında kimim kimsem olmayacağı için yazdıklarımdan kimsenin haberi olmayacaktı ve ben de ölmeden önce en yakın dostumdan yazdıklarımın yakılmasını isteyecektim. Bizim medyada McLuhan'ı bilenler yok mu? Var elbette. Ama emin olunuz, hiçbiri yetkin bir masada değil. Olanlar da adamın içini kıyarlar eminim. Bir örnek vereyim; Aslı Tunç. "Yüzde 100" ironi dolu bir yazımı tamamen tersinden anlamayı başarmış bir ismin eğer biliyorsa McLuhan öğretmesinden daha feci ne olabilir? Akademilerde ağır bir yük haline getirilmiş bir unsur olduğuna eminim McLuhan'ın bizde. Ama merak edilmesin Temmuz sıcağında yeniHarman'da sıkı bir McLuhan yazısı geliyor kısmetse. Benim sevgili medyam hukukla, güncel olanla, ideoloji savaşlarıyla kafayı sıyırdığı için ve popüler kültür dendiğinde dedikodu ve pek yakında demode olacak "life style" olgularını anladığı için ülkede medyaloji kürsülerinin açılması için 30-40-50 yıl geçmesi gerek. Elbette bu kürsüler, Batı dünyasında yaygınlaştıktan sonra bizde açılır, kimse merak etmesin. Aslında açılmaya başladı bile. Bizde bir tane ilklerin adamı çıkmaz, çıkartılmaz daha doğrusu. Normal şartlarda ben mevcut yazılarımı aklı başında bir Batı ülkesinde yazmış olsaydım şimdiye çoktan böyle bir kürsüyü oluşturmak için medya ve akademi dünyasından teklifler almıştım. Ortak projeler gerçekleştirmiştik. Oysa biz "Kim bu adam, niye bizim dünyamıza girmeye çalışıyor" gibi bakan vasat ve hasetçi bir çoğunluk tarafından kuşatılmışız. Fakat yine de ben üzülmüyorum. Eninde sonunda 50 yıl sonra torunlarımızın torunları bu kürsüleri Türkiye'de açtıkları zaman ülkenin ilk medyalogu olan GHK'dan bahsedecekler, AA'lardan değil, Ayşe Arman'dan veya Ahmet Arsan'dan değil. Bunu yeniHarman'da yazdığım zaman şaka yaptığımı sananlara cevabımdır bu. Medyalog bugüne yazan bir pop köşe değil. Tüm güncelliğine rağmen gelecek zamanlara da hitap eder. İnanmayan beklesin ve 10 yıl sonra bir daha okusun. Biz, o zamana kadar beklemeyeceğiz, Allah ömür verdikçe yazmaya devam edeceğiz inşallah.... Oktay Ekşi gibi oldu bu "biz"... Sanırım bir izah gerek. Ekip değilim ben. Tek kişiyim. DKM sitesinde bir yazımda Oktay Ekşi, Hasan Pulur gibi isimlerin sıkça kullandığı bu bendeki "biz"i tarif etmiştim taaa 2005'te... Şimdi Ertuğrul Özkök de benim gibi dalga geçiyor bu "biz"le...
Ertuğrul Özkök'ten talep ettiği şey neydi?
Başka gazetelerden veya dergilerden yazarlık teklifi aldınız mı hiç?
Aslında yeniHarman'dan önce Kanada'da Canadatürk Gazetesi'nde "Düşüngeç" adlı bir köşede yazıyordum. Bunun dışında Bora Ercan ve başka dostlar ile beraber adını kendimin bulduğu "İzinsiz Gösteri" sitesinde düzenli olarak yazdım. Bir dönem Dördüncü Kuvvet Medya (DKM) sitesinde konuk yazar olarak haftada en az bir yazıyordum. Ha, bir ara Gazetem.Net'te de konuk yazar olarak yazdım ama misafir sevmeyen bir yapıları olduğu için oraya daha fazla yazmak içimden gelmedi. Allah, kimseyi oraya misafir düşürmesin. Türkiye'den herhangi bir gazeteden çok bazı gazeteci ve yazarlardan daha çok internet medyası bağlamında çeşitli projeler için çeşitli teklifler aldım. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Gazete yazarlarından da, örneğin sağ olsun Melih Aşık gibi köşelerine katkı isteyenler oldu ancak bu tip bir iş benim bünyeme uygun değildi. Bunun dışında elbette zerre kadar yavşamadan ve yalakalık yapmadan bizzat benim açık açık köşe istediğim yayın yönetmenleri de oldu ve bu taleplerimin takipçisi de olacağım. Sözgelimi Ertuğrul Özkök… Kendisine Hürriyet'in eklerinde, hele Kelebek Melebek gibi eklerde yazmamın imkansız olduğunu, bizzat kendisine komşu köşede yazmak istediğimi ilettim. Ahmet Arsan'a da Pazar ekine düştüğü için doğrusu acıyorum. GHK'nın en karakteristik yanı kafaya koyduğunu er ya da geç gerçeğe dönüştürmesidir. Elbette yazarlık demek, sadece bir gazete veya dergide yazmak demek değil. Kitap yazmaktan internet yazarlığına sayısız yazarlık mümkün. Ama sorarsanız lisedeki hayalim Cumhuriyet Gazetesi'nde köşe yazarı olmaktı. Çünkü lise yaşantımda toplantılarda ve çeşitli legal-illegal aktivitelerde gösterdiğim tavır, iki arkadaş çıkardığımız ve okul gündemini sarsan ve bu nedenle sık sık kapatılan ama her defasında yeni isimle açtığımız okul-duvar gazetesinde yayımladığım yazılarımdaki tavır, bir çeşit Uğur Mumcu tavrıydı. Doğrusu, kendisini de Yalçın Küçük hoca ile ayrı veya beraber defalarca panellerde izlediğim için ona hayrandım. O zamanlar hayalim buydu. Çok ciddi olarak gazetecilik okumayı da düşünüyordum. Ancak Fen Lisesi öğrencisi olmanın ve ailemin, çevremin kurbanı oldum. Lise yıllığımızda arkadaşlarım "geleceğin gazetecisi ve yazarı" gibi ifadeler yazdılar hakkımda. Lakin salak kafamın matematiğe yatkın olması yüzünden bir yanlışlık eseri mühendis oldum. Şimdiyse bu kaderden istifade etmeye bakıyorum. McLuhan'ın kuramlarını anlayacak ve onları daha öteye taşıyacak bir eğitimden geliyorum ben... Şimdi hayat Cumhuriyet'i başka yere attı, beni bambaşka yere. Neticede nerede yazdığınız önemli değil. Ne yazdığınız önemli. İyi olana karşı, değil dünya; Doğan Hızlan dirense eninde sonunda yerini yurdunu bulur iyi olan ve geleceğe o miras kalır. Kötü olansa isterse 60 yıl baş köşeden yazsın, eninde sonunda kötü bir anı olarak unutulur gider. Hani, bir mühendis olan Oğuz Atay'ın zamanında popüler olan medyabazlar neredeler? Bir kısmı elbette hayatta ve kimisi hala köşe başlarında belki. Garibim Oğuz Atay'a sağlığında yaşatmadılar belki. Ama gözleri önünde tarihe Oğuz Atay geçti. İyiler, tarihe geçmek için, kötülerse bir an önce unutulmak için beklerler ölümü...
Orhan Pamuk ve Elif Şafak 'Sera Edebiyatçısı' mı?
Yazın dünyasındaki hedefiniz nedir?
Her ne kadar medyaya sarkastik, ironik, "cynic" gibi kapsayıcı ve bence beni tarif etmeyen tarifler ışığında yaklaşıyor olsam da ve içeriğine sıklıkla popüler öğeler katsam da ve hatta işe henüz akademilerde kürsüsü olmayan bir bilimsel perspektiften bakıyor olsam da medya benim için bir amaç değil, araçtır. Gerçek amaç elbette yazın dünyasıdır. Sonuçta bilimi edebiyatla, felsefeyi medyayla harmanlayarak belki de daha önce yapılmamış olanları yapmaya devam etmek istiyorum. Kendi yaşantımı, başkalarının yaşantılarını gayet doğallıkla bir kuram yazısına dahil edebilirim. Bir medya eleştirisinde bal gibi edebiyat yapabilirim. Yazın türleri istediği gibi ayrılsın. Beni ilgilendirmez. Bir öykümde gerçek kişiler olabilir. Şiir gibi bir polemik yazabilirim. Hayat sadece fıkra ya da makale yahut şiir veyahut oyun değildir. Hepsi vardır hayatta. Yazılar da bence öyle olabilir. Eleştirmenliğin bile kurumsal olarak eleştirileceği bir çağa gidiyoruz ve medya - yazın - akademi dünyasında deri elbiseli ve kamçılı BDSM otoritelerinin çizdiği sınırlara karşıyım ben. Gelecekte tüm yazılarımı ve kısmetse kitaplarımı okuduktan sonra bir okur, bu adam bir dolu gerçek olayı roman tadında öykü kıvamında şiir gibi birbiriyle harmanlamış dese bana yeter. Okur okuduğunu gözünde canlandırabiliyorsa, içinde hissediyorsa, ben okura zaman ve mekandan bağımsız olarak dokunabiliyorsam bana yeter. Hormonsuz gerçek edebiyatın yeniden var olabileceğini ispatlamak istiyorum. Kafka'nın, Dostoyevski'nin, Oğuz Atay'ın çağındaki soylu edebiyatların, Peyami Safa'nın zehirli dilinin 21. yüzyıla özgü biçimde ve bambaşka isimlerle yeniden doğmasını diliyorum. Orhan Pamuk, Elif Şafak gibi koskoca bir kitap yazıp eni konu sade bir cümleden başka okura başka bir şey veremeyen "sera edebiyatının" sonunu getirmek için mücadele eden bir Don Kişot'um ben. Şunu herkes anlamalı; sırça köşkte edebiyat yapılmaz. Olsa olsa hormonlu domates yetişir! Elif Şafak'ın kitabı, Orhan Pamuk'un kitabı eşleri veya sivil toplumları sayesinde bir ürün olarak pazarlanır ve satar ama tarihe kalmaz. Çoluklarına çocuklarına mal mülk kalır sadece. Bu gerçeği de birilerinin söylemesi gerek. Ha, bakarsınız bu isimler beni Balzac gibi şaşırtır bir gün. Merak etmesinler. Herkesten daha çok övgü dolu sözleri de sarf ederim. Burada bir husumet yoktur. Küfür, zaten GHK sözlüğünde yoktur. Kapitalizmin bazı oyunlarını deşifre etmek vardır. Ben yıllarca zavallı Balzac'a laf etmiştim. Bir gün bir eserini okumaya başladım ve kitabı elimden bıraktığımda roman bitmişti ve Balzac karşısında reverans yapmıştım. Böyle bir hadise olsun, ciğerimi yesinler. Bir filmin tüm kareleri izleyene keyif vermeli. Ben tuğla gibi bir kitap okuyacağım ve sonra ilkokul seviyesinde bir ana fikirle yetineceğim. Kusura bakmasınlar. İsraf haramdır. Bana göre bu ülkede koskoca Alev Alatlı dururken, koskoca Gürkan Haydar Kılıçarslan dururken Elif Şafak'a köşe yazdırmak milli servetin harcanmasıdır. Milli servet, sadece "trona madeni" değildir.
Kitabı ne zaman çıkıyor?
yeniHarman yazılarınızı bir kitapta toplamayı düşünüyor musunuz?
Toplandı bile. Hatta yeniHarman yazılarından başka yazılar da var. Epeyce de kalın aslında. Benimki de tuğla gibi oldu. Ama başkalarının kitapları gibi fiziksel ağırlığıyla değil tinsel ağırlıyla kafa yaracak. Pek büyük olasılıkla bu yaz çıkacak. Eğer yetişirse yaz tatilinde okumak için ideal olacağını sanıyorum. En geç kitap fuarına yetişir sanıyorum. Herhalde ben de kitap çıktıktan sonra kanal kanal dolaşırım. Sonrasında ise gün yüzü görmemiş öyküler gündemde olacak.
Türkiye'nin, maaşını okurundan alan tek yazarı
'Türkiye'nin maaşını doğrudan okurundan alan tek yazarı' olarak biliniyorsunuz. Bilmeyen okurlarımız için açar mısınız bunu?
yeniHarman Mart 2009 sayısında hikayesini anlattığım bir konu bu. Önceki mühendislik işimde 2008 yılını kariyer peşinde harcadım. Bu nedenle yazı yazamadım. Çünkü yazarlıktan bir maddi gelirim söz konusu değildi. Yazı işi, gönüllü yürüyen bir işti. Önceki işimde peşinden koştuğum kariyer konusu maalesef torpilli bir başkasına gidince o işimden de ayrılmak zorunda kaldım. Bir süreliğine Kanada'da tekrar şansımı denedim ancak oraya gittiğimde ekonomik küresel kriz patladı ve bir süre sonra yeniden memlekete döndüm. İşsiz olmam nedeniyle yazımda okurlarıma durumu aktardım. Hatta "Yazmamı isteyen varsa hem de işsiz olduğum için hesap numarama desteklerinizi bekliyorum" diye yazdım. İnanması güç ama o günden sonra bu hesaba hem de düzenli olarak para yatıran okurlarım oldu. Sadece bir okurum kimliğini e-mail ile bildirdi. Diğerleri e-mail bile göndermediler. En ilginci de aralarında para toplayıp bir seferliğine para yatıran üniversite öğrencisi genç okurlarım oldu. Bir çok başka okur da e-mail ile para yatırmak istediklerini söylediler. Aralarında aylık 700 TL kazanan bir işçi okurum da vardı. Onlara "kendilerinin daha çok ihtiyaçları" olduğunu iletip teşekkür ettim. Herkes şaka yaptığımı sandı. Öyle ki hesabıma para yattığını söylediğimde de hala şaka yaptığımı sananlar var. Şakalarımın hepsinin gerçek olduğunu anlatamadım bir türlü. Hatta Nijerya'ya iş görüşmesi için gittiğimi yazdım. Onu da şaka sananlar oldu. Ama sizin vesilenizle bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Yazdığım her şey gerçektir. Yazılarımda mizah öğeleri, ironi var diye kimi insanlar şaka yaptığımı sanıp inanmıyorlar. Oysa ben Serdar Turgut veya ona benzeyen başka mizah yazarları gibi gerektiğinde hayali konuları yazmıyorum. Ben tamamen gerçek olay ve kişilerden bahsediyorum. Kendimle ilgili yazdıklarım da tamamen doğrudur. Evet, ben şu anda yazarlık maaşını doğrudan doğruya okurlarından alan ilk ve tek yazarım. Doğrusu gurur verici olduğunu düşünüyorum. Bu durum "nadide" bir durumdur. "Unique" bir hadisedir bu. 3 TL'lık bir dergi alıyorsunuz ve sevdiğiniz yazarın hesabına 50 veya 100 TL. yatırıyorsunuz. Böyle yüce gönüllü okurlara her yazar sahip olmaz. Teşekkür ediyorum onlara. Onlar ilk kitabıma para ödemeyecekler.
Salomanje çıkarmasının ayrıntıları
Geçtiğimiz ay sonunda Nişantaşı Salomanje'deki medya toplantılarına sızdınız gizlice. Nereden esti bu?
Serdar Turgut öteden beri takip ettiğim, sevdiğim yazarlardan biridir. Zekasına da saygı duyarım. Onun tutarsızlığına da hayran olduğumu söyleyebilirim. Zaten ben çok tutarlı olduğuyla övünenlere de şüpheyle bakarım. Bir gün Serdar Turgut köşesinde "Salomanje" den bahsetmişti. Benim gittiğim günden bir gün önce de köşesinden Ahmet Arsan'ı bir öğle vakti şarap içmeye davet etmişti. Böylece Ahmet Hakan'ın da orada olacağını anladım. Yapılmamış olanı yapmak istedim. Gidecektim ve gerekirse kendimi de tanıtarak tokalaşacaktım. Elbette bunu masayı rahatsız ederek değil, sadece yalnız olduklarında planlıyordum. Öyle de oldu. Sadece Serdat Turgut ve Ali Saydam'ı yalnız yakaladım. Onlarla tanıştım. Diğerleri nedense masadan pek kalkmadılar. Ayrıca yılardır yazılarımda ismi geçen birtakım medya isimlerini canlı canlı görmek istedim. Hem böylece onlar da benim gerçek bir kişi olduğumu anlayacaklardı. Taaa Kanada'dan yanlarındaki masaya kadar gelerek ne kadar ciddi olduğumu da göstermek istedim. Ama Hıncal Uluç ve Ahmet Hakan bonus oldu benim için.
Ali Saydam ile tuvalet önünde tanışma faslı
Mevzu bahis konuyu anlattığınız 'Oradaydım' başlıklı yazınızda espritüel bir dil kullanmışsınız bir taraftan. Cebinizde az para olmasından mütevellit ufak da olsa bir tedirginlik duymuşsunuz sanırım. Anlatır mısınız o diken üstünde oturma halini?
Beni en çok endişelendiren, çayımı ve latteyi bitirdikten sonra ısrarla "Başka bir arzunuz var mı?" diye soracak garsonlardı. Çünkü reddedemediğim ve dur durak bilemediğim üç şey vardır sürekli sorulursa. Biri çaydır. Eğer defalarca yanıma gelip sorsalardı herhalde "Hesabı yan masaya yazın" derdim ve çıkardım. Bulaşık yıkayacak halim yoktu. İtiraz etmeye kalkarlarsa da Serdar Turgut'un hesabına yazın derdim. Masadaki diğer isimleri bilemem ama Serdar Turgut sanırım hesabımı öderdi. Öte yandan, Serdar Turgut'un Cuma toplantılarını terk etmiş olmasını köşesinden ilan etmesi nedeniyle kendisine teşekkür ediyorum. Hakikaten köşesinde yazdığı gibi bu toplantılar daha ziyade bir çeşit narsizmden muzdariplerin birbirlerini kutsamasıydı. Düşünsenize Ali Saydam koskoca GHK ile tanışmış ve "yeniHarman ha!" diyor, GHK'yı iplemiyor ve hemen Soner Yalçın'a laf yetiştirmeye koşuyor. Sanıyorum GHK ile tuvalet önünde tanışarak "yeniHarman ha!"yı daha yakından tanımıştır. Bence herkesin de tanımasında fayda vardır. Çünkü o masada oturan herkes bir gün yazdıkları köşeleri terk etmek zorunda kalacaklar ve seslerini duyuracak bu platforma ihtiyaç duyacaklar. O gün yanlarında sadece "yeniHarman ha!" olacaktır. Öte yandan, belki de bunu bildiklerinden olsa gerek bana bakışlarında bir gariplik olduğunu da söyleyebilirim. Kendimi bir ara Red Kit'in şu meşhur müşterilerinin boy ölçülerini alan cenaze levazımatçısı gibi hissettiğimi de söylemeliyim. Tekin bir karşılaşma olmadığını düşünmüş olabilirler. Masamda sanki bir tek akbaba eksikti.
'Ahmet Hakan çelmemden ucuz kurtuldu'
Mekana girdiğinizde kimler vardı 'medya masası'nda?
Ali Saydam, Soner Yalçın, Oray Eğin, Ayşenur Arslan, Tuğçe Tatari, Serdar Turgut, Ali Saydam'ın asistanı Aslı adında bir bayan, Melis Alphan ve ismini çıkartamadığım 2 bayan daha. Hıncal Uluç ve Ahmet Hakan sonradan geldiler ve bir çelme mesafesi kadar önümden geçmek zorunda kaldılar. Hatta Ahmet Hakan ucuz kurtuldu çelmemden o gün. Çünkü çok sakar otururum ben.
Tuğçe Tatari ile nasıl bir etkileşiminiz oldu?
Salomanje'nin adresini verdiğim bayan Tuğçe Tatari değildi. Yazı, baskıya pek az kala son anda yazıldı, gönderildi. O sırada adını çıkaramadığım isimlerden Tuğçe Tatari'yi yazıyı yazıp gönderdikten sonra hatırladım. Ve bunu bir e-maille editör Başar Başaran kardeşime ilettim. Başar kardeşim öyle uygun görmüş. Bence bir zararı yok, hatta yakışmış... Adres verdiğim bayanın adı neydi, inanın halen bilmiyorum. Her ne kadar ilgili yazıda günün Külkedisi benmiş gibi yazdıysam da adres verdiğim o bayanın bir ayakkabısı elimde diyebilirim. Bir medya prensi olarak tüm medya mahallelerini dolaşıp bulacağım onu. Tuğçe'ye gelince... Aslında onunla da etkileşimim epeyce oldu. Çünkü tam karşımda oturuyordu ve Hıncal Uluç geldikten sonra bile masa başı pozisyonunu değiştirmedi. Dikkatini daha çok masaya verdiği için, masadakiler arasında en çok kendisini kesmeme rağmen fazla yüz vermediğini söylemeliyim. Tipi olmayabilirim veya onun meslek aşkının yanında bir kıymetim olmayabilir. O gün bakışlarıma en çok karşılık veren Ayşenur Arslan oldu. Ama sanıyorum Ayşenur Hanım ya beni bir yerlerden tanıdı, ya da "kim bu tekinsiz adam" diyerek baktı. Ama ben ilk olasılığı daha kuvvetli buluyorum. Medya Mahallesi yapan Ayşenur Arslan'ın Mahalle Medyası yazmış Gürkan Haydar Kılıçarslan'ı bilebileceğini sanıyorum. Mutfak ustası bir isim olarak ondan da bunu beklerim. Diğer isimler etrafa bakarken bile daha çok kendilerine bakar gibiydiler. Yanılıyor da olabilirim. Ama diğerleri de Ali Saydam gibi olmalılar ki bir tanesi bile "Gel kardeş, bir gün sana Salomanje'de kuru fasulye ısmarlayalım" demediler. İnsanlık öldü mü? Galiba ölmüş Ersin kardeş...
Ahmet Arsan, Ahmet Hakan mı?
"Bu arada birinci ağızdan Ahmet Arsan'ın Ahmet Hakan olduğunu yerinde teyit ediyorum" demişsiniz. Ahmet Hakan mı dillendirdi bunu masada?
Daha ilk yazısında "Tarkovski"den demode olarak bahseden bir yazar, Ahmet Hakan'dan başkası olamaz. Hürriyet'ten önceki Ahmet Hakan bir Tarkovski filmi kahramanıydı. Şimdi ise Tarantino kahramanına döndü. Evet masaya geldikten sonra da Ahmet Arsan yazısı ile uğraştığı için geç kaldığını söyledi. Öte yandan Ahmet Arsan'ın son yazısı da bir kez daha bu tezi doğruluyor. Ahmet Arsan son yazısında "Teşvikiye'ye son bir ayda gitmediğini ve başka neleri yapmadığını" anlatıyordu. Anlattıklarından biri de harama yaklaşan mekruhlardan uzak durduğu idi. Yalan söylemek, harama yaklaşan bir mekruh değildir. Neticede fazla zararı olmayan bir yalan ile en fazla haramlaşmayan mekruha girersiniz. Bu arada aldığım nazar boncuklarından mavi olanını keşke Ahmet Hakan'a verseydim…
Salomanje'nin 'Medya masası'nın enleri
Masanın 'en'lerini anlatın desem…
En empatik, Ayşenur Arslan. En sıkılgan, Serdar Turgut. En sarhoş, Oray Eğin. En gülümseyen, Soner Yalçın. En çok yiyen içen, Oray Eğin. En şüpheci, Ayşenur Arslan. En çok telefonu çalan, Serdar Turgut. En çok telefon eden, adres verdiğim bir ayakkabısı bende olan bayan. En tedbirsiz, Ali Saydam. En şık, Tuğçe Tatari. En kısa, Ahmet Hakan. En sessiz, Soner Yalçın. En çok gülenler Ali Saydam ve Oray Eğin. En son gülen, GHK.
Bu yazınızdan sonra size herhangi bir dönüş oldu mu medya dünyasındaki isimlerden?
Medya dünyasının büyük bölümünün hak etmediğim halde benden tiksindiğini hissediyorum. Kökü dışarıda sanılıyorum belki de. Mutfaklarda çalışan isimlerden olumlu izlenim ve değerlendirmeler alıyorum ama köşe yazarı müessesesinin GHK'dan hoşlanmadığını sanıyorum. Birçoğu yazılarımdan görüş veya ifade alıyorlar ama değil referans, selam dahi vermiyorlar. Oysa benim varlığımın kendileri için faydasını değerlendiremiyorlar. Her eleştirilen veya yazıma konu olan korkarım benimle muhatap olmak istemiyor. Beğenenlerin bile "buralardan uzak" diyerek tahtaya üç kere vurduklarını sanıyorum. Elbette önceki yazılarımdan ötürü zaman zaman benimle iletişim kuran çok değerli medya isimleri ve dostları var. Öte yandan şimdiye kadar 5 büyük yazar veya medya mensubu geçtiğimiz yıllarda beni ev veya işyerlerine davet ettiler ve onlarla tanıştım. Herhalde bu 5 isim cevşen takıyor olmalı ki hiçbir yazımda bu isimleri nedense eleştiremiyorum ve korkarım eleştiremeyeceğim de. Kaç kere denedim. Yok. Elim tutuluyor adeta. Ama söz konusu o 5 isim de hayli ağır ve saygın isimlerdir. Bu da bilinmeli...Öte yandan, bu son yazıdan sonra okurlardan son derece hoş tepkiler aldım ve bence önemli olan okurlardan dönüş alabilmek. Her yazıdan sonra belli sayılarda okur tepkileri alıyorum ki hemen hepsi olumlu oluyor. Bu bir başarıdır. Genelde gıcık olanlar üşenmez ve mesaj gönderir. yeniHarman'ın internette olmadığını da düşünmek gerek. Bir okura mail adresini yazdırmak kolay değildir.
'Fehmi Koru değişmemişse eğer, beni fasıla davet eder'
'Dedektif medyalog'luğa bundan sonra hangi eylemlerinizle devam edeceksiniz?
Yazımda Fehmi Koru fasıllarını hedef seçtiğimi ifade ettim. Benim tanıdığım ve kaçırmadan takip ettiğim Fehmi Koru değişmemişse bu fakiri ilk fasıla davet eder. Fehmi Koru'nun Beyaz Türkler'den bir farkı olup olmadığını ilk fasılda anlayacağız. Ancak bunun dışında bambaşka medya eylemleri planlıyorum. Herkes ama herkes her an GHK ile burun buruna gelebileceğini hesap etmeli. Ancak endişeye mahal yok. Ben onların dostuyum. Onlar beni sevseler de sevmeseler de, aralarına alsalar da almasalar da ben onların dostuyum. Taaa mühendislik dünyasından ve taaaa Kanada'dan sadece üç beş yılda bugünlere geldiysek, hepsi ama hepsi toplanıp bir araya gelse, eğer yazıldıysa bu kader, inşallah GHK harfleri altın harflerle yazılacaktır medya ve yazın dünyasına...