Mihri Belli
Nice 100'lü sayılara
Bol dumanlı yeniHarman’ı tüttüre tüttüre 100’üncü sayısına varmışız. Bu vesileyle “bir yazı yaz” dediler. Ne demeli? Nereden başlamalı? Dev-Lis’liliğinden tanıdığım Tuncay’ın artık orta yaşlılığa varmış olmasından mı? Yoksa Tuncay’dan çok daha genç olan ve aktif kadroda yer alarak sosyalizm doğrultusunda bağımsızlık ve demokrasi bayrağını başları üstünde taşıyanların, bayrağı yere düşürmediklerinden mi söz etsek?
Bence en iyisi en acil sorunumuzdan söz etmek. Ama daha önce derginin 100 sayılık siciline değinmeden geçmeyelim. Bu kısa geçmiş olumlu bir geçmiştir. Bu dergi yurtsever bir çizgiyi savundu. Sosyalizme yönelmeyen bağımsızlık ve demokrasi çizgisinin çıkmaz yol olduğu gerçeğini kavrayarak.
En acil sorunumuzu ele alalım dedik. Nedir bu? Emperyalizmin tasarlayıp uygulamaya koyduğu Büyük Orta-Doğu Projesi (BOP) un karşısına Halkların Orta-Doğu Projesi (HOP) ile hala dikilememiş olmamız.
“Sosyalistler en tutarlı yurtseverlerdir” diyoruz biz; acaba doğru mu? Bir zamanlar yurtseverliğin şampiyonluğunu burjuvazi yapıyordu. Ama bu emperyalizm çağından önceydi. Bugün, emperyalizm çağında tekeller öyle bir egemenlik kurdular ki; artık sermayedar sınıfı o niteliğini yitirdi. Dünya coğrafyası Kuveyt Şeyhliği örneği sözde bağımsız devletlerle dopdolu. Peki sosyalist olmayanların yurtseverliğini ciddiye alacak mıyız? Almak zorundayız. Özellikle çağımızda. Bugün Marksizme sahip çıktığını söyleyen Irak Komünist Partisi yönetimi, Amerikan tezgahı olan ve işgal sonucu dayatılan çok partili düzende politika yapmayı marifer sayıyor. Bu düpedüz emperyalist ile işbirlikçiliğidir, yani ihanettir. Ama öte yandan Irak’ın sünnî arapları ve şiilerin bir bölümü işgalciye karşı direniyorlar. İsrail’de dindar bir kuruluş olan Hamas, siyonist saldırganlığa karşı direniyor. Lübnan’da Hizbullah siyonist işgalcileri silahla karşıladı ve gerilemeye zorladı. Çağımızın gerçeği bu. Hiç değilse bu aşamada ittifaklarımızı kurarken bu gerçeği göz önünde tutmak zorundayız.
Sosyalizme yönelmeyen bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin toplumu çıkmaz yola sevketmek olduğunu söylüyoruz. Acaba doğru mu? Sosyalizmi kim kuracak? Elbette ki üç-beş aydın değil. Sosyalizmi kuracak olan işçiler ve köy emekçileridir. Bu yığınlar bilinçlenmedikçe ve sosyalizmin biricik çözüm olduğunu kavramadıkça geriye dönüş kaçınılmazdır. Peki uydu durumuna düşürülmüş bir ülkede emperyalizm emekçi yığınların yığınsal olarak bilinçlenmesine ve sosyalizmi çözüm olarak dayatmasına izin verir mi? Bu kendisi için intihar değil midir? Dolayısıyla bağımsızlık mücadelesi kaçınılmaz olarak demokrasiyi hedef alan mücadeleye eşlik etmelidir. Onun için ikisini aynı solukta zikrediyoruz.
Evet, sosyalizmin sağlam temeller üzerinde kurulabilmesi için yığınların bunun tek çözüm olduğuna inanmış olması gerekir. Bu da emekçilerin son neferine kadar bilinçlenmesi değilse bile en azından çoğunluğunun sosyalizmi çözüm olarak kabullenmesi demektir. Nüfusun yarısının köylü olduğu bir ülkede, çeşitli dinsel kurumların aktif olarak beyinleri yıkamayı başarıyla sürdürdükleri koşullarda ideolojik savaşımı çok akıllıca vermek gerekir. Lenin, “Bolşeviğin acemisi gider, dindar işçi ile ‘Tanrı var-Tanrı yok’ tartışmasına girer ve eli boş döner. Doğru davranış onu sınıf mücedelesine, greve yöneltmektir” der. Dindar işçiyle ideolojik tartışmaya giren kimse aslında, demokrasi ve bağımsizlığı hedef alan devrimi, işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün çoğunluğunun diyalektik materyalizme inanır duruma gelmesi tarihine ertelemektedir. Yapılacak şey din teması üzerine tartışmayı ertelemek, tarihin dayattığı ilk hedefe, bağımsız ve demokratik ülke hedefine varmak için cephe birliğini ve karşılıklı saygıyı korumaktır. Sosyalist kuruluş ancak demokratik devrimin belli başlı hedeflerine ulaşılmasından sonradır.
Gelelim Beyrut’taki toplantılarda ne yapmamız gerektiğine. Bizi Lübnan’a davet eden kuruluşlar arasında Hizbullah da var. Onun için yukarıdaki satırları yazmayı gerekli gördüm. Bence, HOP’un Orta-Doğu ölçüsünde örgütlenmesi için bazı ileri adımlar atılmalıdır. Diyaloglar kurulmalı ve halklar arasında kardeşliği perçinleyen gelişmeler başlatılmalıdır. Öyle ki emperyalizmin BOP’una karşı biraz gecikmeyle de olsa biz şimdiden HOP dedik diyebilelim. Yolunuz açık olsun!
Nihat Genç
Kırbaç
80-90 programdır televizyon yorumculuğu yapıyorum. Anladım ki, dergicilik ne kadar bela zor, güç, pislik bir işmiş.
Yazacaksın, 3-4 defa tashih edeceksin. Sayfa düzenleyeceksin, bir sürü yazarın yazısını, röportajını ayarlayacak, sayfaya çekici estetik bir düzen içinde yerleştireceksin ve zamanla yarışacaksın. Matbaaya koşacaksın. Günlerce uykusuzluktan gebereceksin. Yemek yemeye halin kalmayacak. Sonra bayiiye koşup dergiyi orada göreceksin...
Vallahi 100 yıllar boyu bu yoğun çalışmanın bitkinliği ile yemeksiz, vitaminsiz, güçsüz, kendimizi kaybedercesine, ki, bir çok psikolojik bedeni eksikliklerle bitap düşüp dergi mi çıkardık, yoksa insanlığımızdan mı uzaklaştık; bilmiyorum. Bildiğim çok yorulduk, çoğu kimsenin söyleyemediklerini medyanın 10 yıllar boyu sansürlediklerini ve itilmişler ve yok sayılanları ve dışlananları ve gizlenenleri hakim medyaya karşı ve Mesut Yılmaz, Demirel, Tansu Çiller ve Recep Tayyip Erdoğan ve bitmeyen iktidar ve bitmeyen iktidar ve bitmeyen iktidarlara karşı söylemek, karşı durmak, kavgasını vermek boyumuzu aştı, psikolojimizi çok zorladı ama yeniHarman yenildi, tekrar denedi. Tekrar deneyecek. İtilmişleri, söylenmeyenleri, yasaklananları herşeye rağmen söylemeye devam edecek. Lafın burasında etten kemikten bir insan olarak yeniHarman’daki arkadaşlarıma samimiyetle şunu söylüyorum: Çocuklar ben yoruldum ama birileri diklenmeye devam etsin. Bu altta kalanların bayrağını kimsenin ödün vermeyeceği, aksine büyük medyanın nefret ve düşmanlıkla yok saydığı bu bayrağı birileri alsın.
Türkiye’de ve dünyada acı çeken, işkence gören , aşağılanan, hor görülen bütün tepelere, varoşlara bütün kırık ve mazlum ve ağlamaktan yorulmuş kalplere dikmeye devam etsin. yeniHarman çok suskun Türk medya tarihinin en suskun döneminde, sessizliğin dili oldu. Soyulanların, kandırılanların kırbacı oldu.
Oktay Taftalı
Harman’da yüz sayı
Ödülsüz yazarların, ödünsüz ve bağımsız dergisi yeniHarman yüzüncü sayısına ulaşmış bulunuyor. “Taş yerinde ağırdır”, “ağır ol molla desinler” gibi itibar, vekar ve etki bildiren ne kadar özdeyişimiz varsa, bu dergi bunların kağıtlı ve resimli şeklini oluşturmakta. Bizim dileğimiz ve tavrımız budur, böyle olmalıdır. Çünkü mevcut kirli medya ortamında, merak, heyecan ve coşkuyu, sömürü konusu yapmadan ifade edebilmek önem kazanmıştır. Bu türlü bir yayını talep eden okurların / okurlarımızın varolduğunu biliyoruz.
Tuncel Kurtiz
Bremen’de, Kars’ta ve İstanbul’da üç yalnız fil
Bremen'de bir fil var. Tuğladan yapılmış, iki katlı bir ev büyüklüğünde. Hauptbahnhof'un karşısındaki parkta, yapayalnız duruyor. Ne işi var bu filin Bremen şehrinde! Dolandım çevresinde bu tuğla filin. Çaresiz, yorgun, bitkin duruyor. Tuğla bir duvar olmuş gölgesi. Bir tanıtma yazısı arıyorum boşuna. Sonra gözüme çarpıyor bir kenarda. Güney Afrika'daki ırk ayrımını protesto ediyormuş. “Irk ayrımına karşıyız” diyor ve bir Afrika haritası yapayalnız. Bir anlam veremiyorum. Ne alaka! Fil; hem de tuğladan, büyük ve yapayalnız ve eskimiş. Bir demir levha ve ortasındaki boşluk Afrika. Yok ben bir ilişki kuramıyorum. Aklıma Kars'ta Naif Alibeyoğlu'nun diktiği yeşil fil heykeli geliyor. Simer Otel’in lobisinde Şerafettin Eryılmaz şöyle anlatmıştı:
“Şimdi aziz dostum, herkes soruyor ne alaka diye, nerden çıktı bu fil heykeli? Kars kentinde kocaman yeşil bir fil; kimseler cevap bulamıyor. Ben diyorum ki, Naif Alibeyoğlu’nun cevabıdır bu Kars kenti ahalisine: Ben işte bu fil kadar yalnızım, bu güzelim Kars kentinde, aranızda, ama unutmayın o fil kadar da kuvvetliyim.”
İşte böyle. Çok yaşa Şerafettin Eryılmaz, o masal baba edasıyla, tarih baba edasıyla, ne güzel anlatıp açıklamıştın. Gelelim Bremen kentindeki tuğla file. Her sabah yürüyüşünde karşılaşıyoruz. Ben soruyorum, Tuğla fil arkadaş, nasıl geldin buralara, acaba su deposu mudur kentin? Aranıyorum yok, kapısı, bacası yok. Derken bir sabah bisikletli, elli yaşlarında bir adam indi bisikletinden ve demir korkuluklara bağlarken bisikletini çekinerek sordum. “Afedersiniz çok merak ediyorum, acaba bir bilginiz var mı, kimdir nedir bu fil, nasıl gelmiş buralara?” Herşeyi ile, sakalı, bisikleti, gözlükleri ile solgun bir sonbaharı andıran adam gülümsedi ve anlatmaya başladı:
“Belki bilmezseniz, Birinci Cihan Savaşı’ndan önce Almanya kolonyalist bir ülke idi ve Afrika'da dört kolonisi vardı ve bunlardan bir tanesi Togo idi. İşte bu Almanya ve Britanya kolonyolistleri aralarında savaşırken Afrikalı bir kabile reisi, Almanların safında İngilizlere karşı büyük kahramanlıklar gösterdiği için, onun onuruna Bremen şehrinde bu tuğla fil inşa edilmiş.”
Gözlerinde ve sesinde alaylı bir serzeniş, “Ben de bu kadarını biliyorum” dedi. Teşekkür ettim, “güle güle” dedim ve adını bilmediğim Afrikalı kabile resinin karşısında oturdum çimenlere.
“Konuşsak” dedim, “Almanlar, İngilizler, Portekiz, Hollanda, Belçika hepsi Afrika'yı yediler, sömürdüler. Sen ne yaptın? Almanları seçtin, çünkü Almanlar sana karşı iyi görünüyordu, hepsi seni sömürmeye gelmediler mi? İşte burada karşımda eski ve yorgun duruyorsun. Yanında demirden bir tabela: 'Irk ayrımına karşı bir Afrika. Bunlar seni aldattılar dostum, beyaz medeniyeti, seni beni hep sattı, seni tüketti ve sürdürüyor tüketmeyi. Seni tuğladan bir fil yapıp bağladı buraya, kıpırdanacak gücün yok.” “Ben Afrikayım” dedi, Tuğla Fil. “Yalnızım, kuvvetliyim, yenilmeyeceğim.”
Türk Edebiyatı , Aralık 2005 sayısında Tufan Ş. Buzpınar'la , “Şime-i husumet mi, şime-i muhabbet mi?” konuşmasını okudum. Ona göre, “Avrupa'da iki farklı devletler hukuku vardır. Biri kendileri, biri bizim için. Avrupa'nın vicdanı bir değil ikidir. Huku'ku Düvel ismi var cismi yok bir Anka'dan başka bir şey değildir. Evet Avrupa güçlüdür, fakat onunla sağlıklı diyalog kurmanın yolu teslimiyetçilik değil kişilikli davranmaktır.”
Bu sözler 1910 yılında Celal Nuri İleri tarafından söylenmiş. Yıl 2006 şimdi, Avrupa Birliği’nin kapısı önündeki Türkiye'ye bakalım mı? Bakalım, İstanbul'da bir fil var, yalnız ama çok güçlü, adı yeniHarman. Üstelik bu fil, devinen, çalışan, direnen bir fil.
Gürkan Hacır
Türlü bedeller ödense de
Bir mülakat öncesinde, Sabah yazarı Umur Talu’ya yeniHarman’ı nasıl bulduğunu sormuştum. Dergimizi takip edip etmediğini merak ederek…
Cevabı heyecanlı ve övgü doluydu.
- Acayip işler yapıyorsunuz…İmrenerek izliyorum…
Genel yayın yönetmenliği dahil bir çok görevde bulunmuş deneyimli bir gazeteciden bu sözleri duymak elbette bir derginin yazarı için gurur vericiydi. İşlerimiz oldukça parlaktı. Kimsenin konuşamadığı insanlarla konuşuyor, kimsenin soramadığı soruları soruyorduk. Yaptığımız dosyalar ertesi hafta -her ne hikmetse hiç kaynak gösterilmeden- gazetelerin manşetlerini süslüyordu.
Muhabir ordularıyla çalışan diğer haftalık ve aylık dergiler çoğu zaman peşimizden geliyordu.
Ancak tüm bunlara rağmen Talu’nun “bizde” imrendiği başka şeyler vardı.
Herkesin ağzına pelesenk edip içini boşalttığı tam bağımsız gazeteciliği -türlü bedeller ödense de- en derininde yaşamak…
Her daim sokağın, ezilenlerin sesi olmak…
Haktan ve adaletten ne pahasına olursa olsun ayrılmamak…
Ve varlığını her çeşit zorluğa karşın 100 sayıdır korumak…
Sevgili Umur Talu gibi birçok dergi müdaviminin, özellikle ‘80 sonrası özlediği bir duyguya cevap oldu yeniHarman…
Çok çeşitliymiş gibi gözüken hayatımızın aslında ne kadar tek düze ve tek sesli olduğunu bizlere hatırlatan bir yayın oldu.
Ukalalık yapmadan, gösterişe kaçmadan, dünyadaki tüm sesleri usulcacık kulağımıza fısıldayan yakın bir dost oldu hepimiz için…
100. sayısının nice 100’lere devrolmasını diliyorum…
Sevgili usta Tuncay Akgün’e, nöbeti devraldığım ve yeniden devrettiğim Kutlu dostuma ve tüm yeni harman ailesine nice “acayip işler” diliyorum… Sevgiyle...
Zihni Çetiner
Nice yüzlere
Biliniz ki, ülkemizde medya holdinglerinden birisine dayanmadan dergi yayınlamak ve bunu okura ulaştırabilmek hiç kolay değildir. Salt bu nedenle bile yeniHarman kutlanmayı haketmektedir. Kaldı ki, ülkemiz medyasının yok saydığı kimi insanların yeniHarman’da görüş ve düşüncelerini açıklamaları, başlıbaşına saygı duyulacak bir medya olayıdır. Ezilen kesimin umutlarını yeşertmek için, bitti sanılan devrimciliğin sesi olarak ses vermek ancak yeniHarman sayfalarında mümkün olmaktadır. yeniHarman’ın ömrünün uzun, direnişinin güçlü olması dileği ile. Nice 100. sayılara.
Özgür ATAK
Türk basınının “Tokatlıyan Paşa”sı
Bundan üç yıl önce hayat bulan ve başlarda İtalya’dan sürdüğüm yeniHarman günleri, yazarlık serüvenimde hiçbir zaman unutamayacağım bir etkiye sahip. Ters giden şansına ve bir takım aksaklıklara rağmen İtalyanların deyimiyle “Dalya” demeyi becerebilmiş bir dergi. Türk basınının “Tokatlıyan Paşa”sı olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Eminim her tokat yiyen bir küfür savuruyordur. Ve umarım bu küfürlerden benim de payıma hiç değilse birkaç küçük kötü söz, bir iki minik hasetli duygu düşüyordur.
Üç yıldır aralıksız katkı koymaya çalıştığım yeniHarman’a ek başka yayınlarda da sesimi duyurmaya çalışırken Mihri Belli, Yalçın Küçük, Erbil Tuşalp, Eflatun Nuri, Oktay Taftalı gibi büyük ustalarla aynı çatı altında olmanın verdiği rahatlıkla kalemimi kâğıda bastırıyorum.
YazarlığımÇok saydığım Tuncay Abi’ye çok ama çok teşekkür ederim. Doğru ve güzel bir yerde durmanın sevinciyle daha tokatlanacak çok şey olduğunu biliyorum.
Serdar PAKTİN
Pek muhterem yeniHarman okumakta direnen sevgili okuyucu kitlesi’ne
Günümüz dünyasında iletişim ve iletişim metodlarının fütursuzca [future: İngilizce’si de pek manidar] gelişmekte sınır tanımadığı günleri yaşıyoruz. Bir yandan da insanlar ve insanlık sorumsuzca hep geri adım atarak bu kadar iletişim imkanı içerisinde iletişim beceriksizliği konusunda rekor kırmak için canhıraş bir biçimde çırpınıyorlar.
İşte, böyle bir durum çerçevesinde Ortadoğu ve Dünya’nın [mecazen] ısınmaya devam etmesi, [terimsel] küresel ısınma, insanların fikir beyan etmelerinin yasaklanmasını tartışan parlamentolar, soy kıranlar, soyu kırılanlar, kol kırıp yeni içinde bırakanlar, ameliyat yapıp makası içinde bırakanlar… Ve daha nice ilginç gelişmenin yaşandığı dünyaya biraz da ‘ters açı’dan bakmanızı sağlayan yeniHarman sonunda 100. sayısını da yapıyor.
Bendeniz ve proje arkadaşım, sizler için 100. sayının şerefine yeni bir dosya ile geri dönüyoruz. Yeni bir araştırma ve geliştirme yazı dizisinin ilk adımlarına şahit olacağınız bu 100. sayı, sizlere aynı zamanda yeniHarman’ın yaşlandıkça güzelleşen bir şarap misali etki yaptığını dimağınız sersemlemeye başladığında hissedeceksiniz ya da hiç değilse bana öyle geliyor. Birinci emiri hiçbir zaman unutmayın: Oku! Haydi buyrun…
Mesud ATA
Avuç içi terleyen yumruk
Sarsıcı dosyalarıyla, yeraltı kültürüne verdiği ehemmiyetle, "Lübnan Özel" sayısıyla, başka yerde okuyamayacağım lezzette röportajlarıyla, öfkesiyle, yumruğuyla, gönlümü fethetmiştir.
Yiğit yazarların harman yeridir yeniHarman. Sırtını tonton amcalara dayamadan haklı öfkesini tüttüren, dumanlı kafalarda soğuk duş etkisi yaratan kaçak tütündür yeniHarman. Her tarafı hile ile kuşatmış olan, kanı 5 kuruş etmeyen adamların gazetelerine 25 kuruş saymamaktır yeniHarman. Haber 'posta'ları sonrasında içilen keyif sigarası tadında dergidir yeniHarman. Avuç içi terleyen yumruktur yeniHarman...
Gürkan H. Kılıçarslan
Nasıl 100'e yetiştim
LeMan’ın narenciye olduğu yıllarda bir okurcu olarak aklıma gelmezdi elbette bir gün yeniHarman’da Harmancı olacağım… Hadi Harmancı olmak neyse de yeniHarman’da medyalogluk yapacağımı hayatta tahmin edemezdim. Çünkü o zamanlar koltuk altında kitap taşımayı sanki bir haltmış zanneden kimi yawshak arkadaşlarım okumadıkları ve asla bitiremedikleri O.P. kitaplarıyla dolaşırken bendeniz Rus-Alman-Fransız ve Latin edebiyatı ile ilgiliydim. Öyle medyaymış, mumyaymış vallahi umurumda değildi. Arkadaşlardan, çevreden otlandığım o zamanlar ucundan azcık solcu olan Cumhuriyet’den başka para sayıp okuduğum tek istikrarlı yayın Limon ve LeMan’dı.
Sonra günün biri hayat sarmalında kördüğüm olduğumu farkettim. O sıralarda iyiden iyiye kendi içimdeki kayıp evren ile ilgiliydim. Galaktik bir anti-ben denizinde fenafilben olmuştum. Şimdiki gibi fenafilmedya değildim de fenafilselfdim anlayacağınız. Akla gelebilecek ve hatta hiç gelmeyecek en korkunç neo-gerçekötesi-varoluşsal edebiyatları, şiirleri, şiirimsileri, öyküleri, romancıkları ve hatta adı henüz konmamış edebi dalları yazıktırıyor ve çiziktiriyordum… Merak edilmesin. Bunların hiçbiri yayınlanmış değildir. Bende bu meşguliyetler olduğu sürece anca 75 yıl sonra yayınlanıp okunacaklardır. İnşallah 75 yıl sonraki Yawshak Türkler kitaplarımı Orhan Pamuk kitapları gibi koltukları altında gezdirmeyeceklerdir. Çünkü müstakbel kitaplarım milletin pis koltukaltı kokularını çekecek kadar kalitesiz ve içeriksiz olmayacaktır. Biz, bırakınız romanı, hikayeyi, yazmış olduğumuz e-postalarda, buzdolaplarına yapıştırdığımız post-itlerde bile edebiyat yaparız da bazılarının ruhu duymaz! Çünkü onlar ruhlarını medya emlakçılarına teslim etmişlerdir! Onlar satılık değilse kiralıktır!
O zamanlar hayatımda medyanın tanıdık isimleri yoktu. Yani geceleri rüyamda Mehmet Yılmaz ile airhockey oynamaz, Ertuğrul Özkök ile birlikte İzmir -Kahramanlar’da kardan adam yaparken Doğan Hızlan’dan havuç istemezdim. O zamanlar rüyalarımda Ahmet Hakan vapurlarda Çin Malı oyuncaklar satmazdı misal. O zamanlar rüyalarımda Fatih Altaylı ile yağlı güreşe tutuştuğumu da katiyen hatırlamıyorum. Allah sizi inandırsın bugünlerde en sıradan rüyalarımı bile Elm Sokağı’na çeviren Emre Kongar’ı da en fazla birkaç sıkıcı kitabıyla bilirdim. Nerden tahmin edeyim Kongar gün gelecek rüyalarımda ekürisini hanibalist bir şekilde ekarte ettikten sonra hızını alamayıp benim peşime düşecek. İnanın bana, bu saydıklarım bu aralar benim ortalama rüyalarım. Uyumaya korkar oldum artık. Geçen bir gece de Serdar Turgut’u gördüm rüyamda. O ve Engin Ardıç sırtlarında çarmıhlar, kafalarında dikenler olduğu halde yüksekçe bir tepeye çıkıyorlardı ve binlerce köylü vatandaş bunlara yumurta domates don gömlek atıyordu. Ve ben çaresizce onları kurtarmaya çalışıyordum, “ Durun, sevgili halkım, yapmayın. Onlar da halk çocuğu!” demeye çalışıyordum ama nedense sesim gıkım çıkmıyordu. Romalı askerlerin komutanı ise Romalı Perihan idi…(Rüyalar saçma olur, you know) Sonra ben tam onları kurtarmaya çalışırken bir kayanın arkasına gizlenmiş bir şekilde Ali Kırca’yı gördüm ve onun orada ne yaptığını izlemeye başladım. Bu arada S.T. ile E.A. herhalde çarmıha gerilmiş olmalılardı… Çünkü uyandım en heyecanlı yerde.
İşte böyle sevgili okurcularım. Birkaç yıldır artık rüyalarımı bile işgal eden bu tür kimselerle benim hiç alakam yoktu aslında. Arada bir duyardım tabii adlarını. Fakat benim için ‘mainstream medya’ sanki başka bir gezegende yaşıyordu o zamanlar. Ne ben onları tanırdım, ne onlar beni. Hatta medyaya bulaşmadan önce iyiden iyiye kendi mucidi olduğum idealist bir materyalizme tutulmuş, kendi kendime tarihsel materyalizm şemsiyesi altında diyalektik idealizm ayinleri yapmaya başlamıştım ki bunun sonu Yaşar Nuri Öztürk olmak, önüne gelene fırça atmaktı. O vakitler öyle uçmuştum ki 28 Şubat darbesi hazırlıklarını ve sonuçlarını bile umursamamıştım. Meğer o aralar milenyumun en önemli olayları olmuş ve bazı gazeteciler andıç mandıç nedeniyle gazetelerinden kovalanmıştı ve ben böylesine tarih açıp tarih kapatan bir olayla dahi ilgilenmemiş, burnumun ucundaki uçuşkan kelebeklerin ömürleri boyunca çırptıkları kanatların sayısını saymakla iştigal etmiştim… Ne bileyim, meğer o sıralarda başta Ahmet Kekeç olmak üzere dolu adam işten atılmış, onlara yazı yazdırmamışlar. Halbuki bu olay tarihsel açıdan 29 Mayıs 1453 kadar kıymetli bir olaymış meğer. Düşünsenize yahu, Mehmet Barlas, M.A. Birand yazı yazamamışlar o zaman… Olacak şey mi Allahaşkına?.
Müsaade ederseniz sevgili okurcularım, yeri gelmişken, öteden beri gıcık olduğum bir saplantıyı tam burada saplamak istiyorum. Bu 28 Şubat mağdurlarının özellikle de Ahmet Kekeç’in her ilgili -ve çoğu da ilgisiz- fırsatta 28 Şubat’ta nasıl işinden edildiğini okumaktan bana darallar geldi. Ben bir ara kendisine de söyledim ama anlayıp anlamadığından şüpheliyim. Sadece o da değil. Diğer 28 Şubat mağdurları da kendi bireysel mağduriyetlerine gömülmekten sessiz sedasız yaşanan şeylerden haberdar olamadılar galiba. Yahu sayın 28 Şubat mağduru medya mensubu kardeşlerim! 28 Şubat döneminde işinden olan sadece sizler değilsiniz. Askerlerden muhtarlara, mühendislerden tamirci çıraklarına, milletvekillerinden başbakanlara yüzbinlerce insan bu ülkede hem de çoğu andıçsız mandıçsız işinden oldu. Bu kadar da kendi nefsiniz cephesinden bakmayın yahu! Amma önemli adamlarmışsınız siz yahu! Sanırsınız 28 Şubat sadece Ahmet Kekeç’e yapılmış. Edep yahu!
Ben ne anlatıyordum? Hah! “Nasıl medyaya bulaştım ve nasıl kendimi yeniHarman’da buldum” diyordum. Devam edelim… Derken, işte o ileri derecede metafizik aşkınlık ve taşkınlık günlerimden birinde kendimden geçmiş bir şekilde felsefik eksenli tözden öze geçiş ayinine gömülmüştüm ki, dayanamadım ve inansam da inanmasam da Tanrı’ya seslendim. “Ey yoksan da varsan Tanrım!” dedim. “Lütfen bana düşmanlarını göster! Bana en büyük Şeytanı göster!”
Aslına bakarsanız iyi kötü bahse konu olan düşmanları ve şeytanları tahmin ediyordum ama Tanrı’nın beni adamdan saymasını istemiştim. Çünkü her ölümlü gibi toplumda, cemiyet hayatında adamdan sayılmak beni bir türlü kesmiyor ve en dayanılmaz olduğunu düşündüğüm adamdan sayılma şekline özlem duyuyordum. Yoo, derdim “The Chosen One” olmak değildi. Bir geceliğine dahi olsa Tanrı tarafından kaale alınmaktı. Hiç unutmam. O gece, 10 Eylül 2001’di…
Ertesi sabah uyandıktan bir süre sonra yerel saatle saat 9’dan sonra tahmin edeceğiniz üzere kafayı yemiş ve Tanrı’nın seslenişime böylesine dehşetli bir cevap verip ikiz kuleleri yerle bir etmesi karşısında dehşete düşmüştüm. Şimdi eminim bazılarınız da bu son cümleden sonra dehşete düşmüştür. “Tanrı nasıl olur da ikiz kuleleri yerle bir eder” diye sorarsınız da eminim. Batılı Hıristiyan sevgi masallarıyla büyüyerek kendini müslüman sanarak ölüp gidecek fani laikler için durum böyle olabilir. Benim o sıralarda üzerinde çalıştığım ve araştırdığım ilahi inanışın temelinde, ‘oluşuna izin verdiğinden’ dolayı herşeyin sorumlusu Tanrı idi, ki gerçekçi olursak bu inanışa en yakın göksel din beğensem de beğenmesem de İslamiyet idi. Batılı Hristiyanlığın tüm felsefesi benim için Noel Baba sendromları ile doluydu ve yine Batılı Pozitivizt okullar benim için artık bir anaokuluydu. Üstelik 10 Eylül 2001 gecesi alkol almamış hangi ateist o gece böyle bir sesleniş yapardı ve ertesi sabah olanlardan sonra “Herşey bir tesadüf. Aha bu benim kafam var ya, bir zamanlar bu kafa bir taştı ve tesadüfen şimdi kafa oldu” diyebilirdi? (Gerçi bazı kafaların günü biri önce maymuna sonra da taşa dönüşeceğini reddetmiyorum ben.)
Elbette o gün herkes gibi benim de kafam çok karışıktı. Tamam diyordum. Tanrı’nın düşman veya düşmanları ortaya çıktı. En büyük şeytan ortaya çıktı. Elbette ben de herkes gibi bu saldırılarda ölenlere üzülüyordum. Olayı şiddetle kınıyordum. AMA! Benim AMA’m başkaydı.
Zaten Buş’u çocukluğundan beri sevmediğim için Buş’un düşman oluşuna sevinmiştim, öteden beri bilimsel sosyalist yahut duruma göre sol liberal takıldığım için (Troçkisttim bir zamanlar ) kapitalizmin en büyük mabedinin bir anda ortadan kalkması, Allah’ın bildiğini kuldan mı saklayacağım, vallahi içimde hoş bir gıcıklanma yaratmıştı. Sanki ideolojik bedenim kadife bir örtüyle kaplanmıştı. Ha tabi, diyordum ki, keşke saldırıları haber alıp gelmeyen şu komplocu Yahudiler gibi ölüp giden 2 bin 500-3 bin kişi de keşke o gün işe gelmeseydi de o binalar içinde yolcuların olmadığı sadece korsanların oolduğu uçaklarla vurulsaydı da tek bir itfaiyecinin bile burnu kanamadan o binalar gene de devrilip gitseydi. Ne de olsa o binalar öyle bir semboldüler ki ‘Deep Impact’ filmi bile onları yıkamamış ve ben Holivud’a gıcık olan bir sinemasever olarak o filmden sonra o kulelere nefretle bakar olmuştum. Çünkü fizik kurallarına aykırıydı. Göktaşı düşecek. Dev dalgalar çıkacak, New York’u vuracak da o kuleler yıkılmayacak. Aha birer tane uçak bile yetmişti işte. Ve ‘Derin Darbe’ yapımcıları mosmor olmuşlardı.
İşte 11 Eylül 2001’den sonra dünya gibi ben de değiştim. Ve o tarihten sonra başta internetin de yardımıyla medya ile ilgilenmeye başladım. İdeolojik, felsefi ve edebi ayinlerimi bıraktım. Dünya böyle bir sürece girmişken Orhan Pamuk’tan daha güzel yazıyor olmanın da hiçbir anlamı kalmamıştı benim için. Sabah akşam medyayı taradım. İnceledim, Kurcaladım. Ve sadece üç beş ay sonra Nirvana katına ulaştım.
Meğer ki 11 Eylül’de sevinmekle acele etmiştim (11 Eylül’ün olmasına değil, 10 Eylül gecesi Tanrı’ya seslenişime cevap almış olmama sevinmemi kastediyorum.) Acele etmiştim. Anlamıştım ki, Tanrı’nın düşmanları ve en büyük Şeytan, ne Buş’tu, ne kapitalizmdi, ne ABD’ydi, ne El-Kaide idi, ne Usame Bin Ladin’di.
O Şeytan ve düşman başka bir şeydi.
Medyaydı!
Bir süre sonra Kuzey Amerika’da Kanada adlı bir ülkeye gittim. İşte tam o sıralarda Türkiye’de yeniHarman yayınlanmaya başladı. Doğal olarak dergiye ulaşamıyordum. İnternet baskısı olmadığı için içeriğini takip edemiyordum. Sadece arada bir internetten, yarattığı etkiler ve getirdiği sesler hakkında fikirler alıyordum. Bu arada ben basılı basısız çeşitli yerlerde yine başta medya hakkında yazıp duruyordum. Hatta yazacak hiçbirşey bulamazsam e-postalara yazıyor, kendi e-posta gazetemi çıkartıyor ve çeşitli okur-yazar adreslerine spam oluyordum. İşte benim en sevdiğim okurlardan biri de Bezgin Bekir idi. Yazı dünyasında hiç tanıdık torpil olmadığını ve Tuncay Akgün’e hürmetlerimi iletmesini söylediğim Bezgin Bekir sağolsun beni kırmadı ve böylece yeniHarman’da Harmancılık yapmaya başladım. Daha sonra Türkiye’ye döndüm. Bıraktım o Kanada adındaki herkesin gitmek için seksen takla attığı bizim bir vilayetimiz etmez ülkeyi. Tabii iş aramakla, yeniden düzen kurmakla geçen bir dönemde yazılarım zaman zaman ara vermek zorunda kaldı ve bu düzensizlik Kutlu Esendemir’in dikkatini çekti. Artık yeniHarman’da düzenli olarak Harmancılık yapıyorsam Kutlu’ya kocaman bir teşekkür etmek gerektir siz sevgili Türkiye’nin en ayrıcalıklı ve akıllı okurcularından başka!
Nice 100’lere yeniHarman!
Banu Birtek
İyi ki...
Postmodern kültürün alışkanlıkları ve emperyalizmin moda sahiline vuran dalgalarının bıraktığı köpükler gibi kulaklarda aşina olmuş bir isim değildir yeniHarman... Bazen bir sigara markası zannedilir, bazen “efendim ne istemiştiniz?” diye sorulup, ismini tekrar etmeniz ya da “LeMan Grubundan çıkan aylık dergi” demeniz gerekebilir.
yeniHarman’ın değerinin şahsımda yüksek olmasının nedenlerinden biri; onunla Berlin’de tanışmış olmamdır. Gurbette vatandan kaliteli olaylara daha özlem dolu olduğundan insan, kıymetini de daha iyi anlıyor. İki haftada bir çıkarken daha iyiydi de, ayda bir çıkmaya başladığında gerçekten üzülmüş, mecburen daha ağır okumaya başlamıştım. Haftalık, Tempo ya da Aktüel gibi, manşetinin içeriğine bakılarak, ya da seyahate çıkarken, “ulan yolda okuyacak bir şeyler alayım” dendiğinde alınan dergiler kümesinin dışında kalan bir dergidir yeniHarman. Çünkü artık 100. sayısıyla pek de yeni olmayan harmanımızın, kemikleşmiş okur kitlesi vardır, ah bir de o kadar sık Yalçın Küçük röportajı yayımlanmasa.
Reni PARKER
Harman skalası geniş, kimliği olan dergi
Su gibi geçen doğumu, gelişim sureci, baskısı, okuyucusu, 100. sayısı... İlk günlerinde bir gazete bayiye “bir tane yeniHarman” dediğinizde size sigara verirlerdi. Derginin doğumu, isim aşamalarında içinde değildim. O zaman sadece bir LeMan okuyucusu idim. Sonrası Kutlu Esendemir ve ortak tanıdıklar, dostlar ve yazışmalar vesaire derken düzenli yazmaya başladım.
Dergide yazmaya başlamam ile beraber, benim için bir farklı süreç de başladı tabii. Her makalemi gönderiş ertesinde “Ohh! Bitti de kurtuldum” diyor, ancak akabinde başka bir heyecan ile başbaşa kalırdım. “Bakalım hata var mı? Bir sorun çıkacak mı?” diye, dergi baskıdan çıkıncaya kadar heyecandan ölürdüm. Dergi baskıdan çıkar, gelecek sayı için sanki 1 yıl varmışcasına bir rahatlama gelir ve başlardım tembelliğe. Ödevlerini son dakikaya bırakan tam bir tembel öğrenci gibiydim. Bir dolu ön çalışma, çeviri, bilgi, görsel malzeme, derle, toparla, dergiye gonder, işletim sistemi farklılığından dosyalar alınmasın vesaire vesaire.
Dergi ekibi son derece yoğun ve titiz bir hazırlık süreci geçiriyordu. İlk günlerin en büyük sorunu dağıtım idi. Dergi az sayıda gelir, hızlı tükenir, pek çok bayii de yeniHarman bulunmaz, insanlar arar durur... Dergi gününde çıkamaz, yazılar yetişmez, yetişse baskından çıkamaz, dağıtım da sorun yaşanır, baskı sayısında. Gazete bayiileri anca öğrendi sigara olmadığını.
Harman skalası geniş, kimliği olan bir dergi. Kısaca adı üstünde Harman... Bilişimden, edebiyata, yaşamdan anarşizme uzanan geniş bir yelpazesi olan, kimi zaman ağır politik söyleşileri olan, nerede ise Zapatistler’le bile söyleşi yapacak yeteneği olan bir dergi. Özelliklede Yalçık Küçük’le başlattıkları söyleşileri popüler medya mensuplarında bir infial yarattı, durdu.
Ne kadar zaman olmuş, ne kadar emek harcanmış, kimler yazmış, kimler çizmiş derken dergi olgunlaştı, tutkunları oldu; 100 sayısına ulaştı. Pek çok insanı bağımlısı yaptı. Pek çok insanı rahatsız etti ve bugüne geldi. Beynimizi Harmanlayan keyifli dergi... Seni seviyoz. 100 sayıyı değil, 1000 yılı göresin.
Adnan Ekinci
Türk yazılı basınının Haydee Parkı…
yeniHarman 100. sayısına hazırlanıyor. Şaka mı bu, diye düşünmeden edemedim. Sonra da, akıp giden zamanın aceleciliği üzerine hayıflandım. Sanki geçtiğimiz yıl içinde yayınlanmaya başlamış ve biz de birkaç ay önce Kutlu Esendemir ile Cihangir’deki caminin asmalı bahçesinde oturup kritiğini yapmışız gibi geliyor bana… 100. sayı, yani dalya demişler. Maaşallah…
Çok sevindiğimi söyleyemeyeceğim. Yıllardır kafasında kurup, geliştirdiği bir dergiyi ancak 8 sayı yayınlayabilmiş bir kişi olarak bu performansları karşısında duyduğum sevinç buruk bir tat var. Ne yaparsınız, hasetlik de insana dair bir şeydir.
yeniHarman’ı anlatmak zor, tarifi ise kolaydır… Doluya koysanız almaz, boşa koysanız dolmazdır. Benzerleri olsa da, habercilik yanıyla özgün bir yeri vardır.
Türkiye’de bir derginin, ciddi oranda reklam desteği almadan, salt bayii satışı ayakta durması takdire şayan bir iştir. Yayına hazırlayan kim varsa, bu takıntılı ısrarları nedeniyle psikolojik denetimden geçmelerinde sonsuz fayda vardır.
Ne ki, benzer dergiler arasındaki özgün duruşlarının vurgusunu da yapmak gerekir, caizdir. Bu nedenle, ona çakmak muamelesi yapıp, ‘olmasa da olurdu’ diye geçiştirmek doğru olmaz. Çünkü, her sigara yakış öncesi ceplerde arama telaşı ve birilerinin ateşine mahkum olma yerine, bir kibrit kutusuna sahip olmak da az bahtiyarlık değildir.
yeniHarman, her insanda bir katre bulunan, en azından kendisinin bile fark edemediği ‘hayta’lığın dışa vuruşudur. Gazete bayilerinin raflarındaki ezgin duruşunun nedeni bundandır. Parıltılı dergilerin arkasında, okuyucusunun kulağından çekip alınmasını tinerci bir çocuğun ürkekliği içinde bekler.
Bir anlamda, hayatın ‘bırak dağınık kalsın’ halinin pürhande suretidir. Derginin her sayısında, dozajı değişkenlik gösteren ortalama bir neşe hakimdir. En ciddi konuları diline dolarken bile dişlerinin arasında bir kürdan döndürür. Yılmaz Güney’in, siyah-beyaz, ‘Çirkin Kral’ filmlerinde olduğu gibi, tereğini kaşlarına kadar indirdiği kasketinin altından, sırıtmadan, ama otuziki dişiyle de tebessüm ederek bakar dünyaya…
Öte yandan, Türk yazılı basınının Haydee Parkı gibidir biraz da… Diğer basın organlarında görülemeyen aykırı bir yazıyla karşılaşmak mümkün olabileceği gibi, gündemin flash olaylarının gölgesinde kalmış ilginç bir konuyu flaş edebilir. Geyik düzeyinde kalmış teorilerin baş aktörleriyle yapılmış derin muhabbetleri tabure üstü rahatsızlığında verir.
Bir dönem benim de yazı kadrosuna dahil olduğum dergide, keyifli söyleşiler yaptığımı hatırlıyorum. Mehmet Altan, Ali Bayramoğlu ve Orhan Gencebay ile günışığı görmemiş lakırdılar etmiştik. Bir ara da, jübilesini yaptıktan sonra ortalıktan kaybolan Galatasaray’ın efsanevi futbolcusu Büyük Mehmet’in peşine düşmüştüm. Uzun araştırma ve uğraşılardan sonra kendisini tam röportaj yapmaya ikna etmiştim ki, birden izini kaybetmiştim.
Bu yazıyı yazarken, yukarıda sözünü ettiğim sevincimdeki buruk tat, neşeli bir şapırtıya dönüştü. Hasetim dağıldı. Son sayıdaki künyelerine bakıp, adı geçenlerin hepsine selam gönderdim içimden.
Esin Dalay
Benim yeniHarman’ım, hepimizin yeniHarman’ı
yeniHarman çıktığı günden beri hep izlediğim bir dergi oldu. Bundan bir süre öncesine kadar, Beyoğlu’ndan gece yarılarında eve dönerken tam o Taksim Meydanı’na çıkıştaki, tiyatronun yanındaki gazeteciye uğramak ve “yeniHarman geldi mi” demek, sonra çocuğun dergiyi şöyle bir ikiye katlayarak uzatması bizim için büyük sevinçti.
Ne kadar zilzurna olursak olalım, o bizim ritüelimizdi. Mutlaka he aybaşı uğrardık, bulamadık mı da sıkı dellenirdik. Ama dergiyi alıp da kendimizi eve attığımızda, hemen şöyle bir yatağa kurulur ve dergiyi baştan sona tarar ve tartışmaya girişirdik…
Evet, artık o ritüelimiz yok, çünkü o adam yok… Ama olsun, yeniHarman hala var…
Üstelik o yeniHarman’a iş yapan insanlardan biri de benim şu sıralar…
Sevgili yeniHarman çalışanları hepinize gerçekten de çok teşekkür ediyorum. Yaptığınız dergi için, değeri kendinden menkul medyanın dışında da bu işi yapmak isteyen insanlara da böyle bir alan yarattığınız için ve en önemlisi gerçekten okumak, öğrenmek isteyen insanlara yeniHarman’ı verdiğiniz için…
Son bir şey daha söylemek istiyorum. Bana yeniHarman’da yazma fırsatı verdiği için, beni yüreklendirdiği için özellikle Kutlu’ya çok teşekkür ediyorum. Ve bir şey daha, lütfen yeniHarman hep olsun…
Şimdi gelelim istediğiniz 100. sayı yazısına…
100 sayı demek aşağı yukarı 8 senelik bir mazi demek…
yeniHarman bence içerik açısından hiç kimsenin el atmaya cesaret edemediği konulara, olaylara, kişilere el atan, kimsenin söyleyemediklerini söyleyen, ayrıksı duruşuyla belli bir kitle tarafından takip edilen bir yayın.
Ama bence bütün bu artılarının yanında çok önemli bir eksisi var. O da pek çok insana ulaşamaması, 100. sayıya geldiği bugün bile hala yeni harman sigarasıyla karıştırılması…
Medyanın kendi çıkarları doğrultusunda tek bir ses haline geldiği bu ortamda yeniHarman bu ciddi muhalif duruşuyla çok önemli bir yere sahip. Ancak bu dergi, sadece kendisi gibi düşünenlerin, hissedenlerin, kendisi gibi muhalif olanların dergisi olmamalı.
Sanırım buradaki önemli eksiler tanıtım ve dağıtım. Bırakın Anadolu kentlerini, İstanbul, Ankara, İzmir gibi üç büyük kentin birçok yerinde bile hala bulunamıyor olması önemli bir eksiklik.
Bir diğeri, derginin dış görünümünün 18-25 yaş kuşağa hitap eden bir format taşıması, diğer yaş gruplarının dikkatini çekmemesi, sadece rastlandığı, ya da söz konusu edildiği zaman duyularak alınması böyle önemli içeriğe sahip yeniHarman için ciddi bir handikap.
Bundan sonra bence yapılması gereken bu vazgeçilemez muhalif duruşu, haberciliğini daha da ön plana çıkararak, bomba haberler!le desteklemesidir.
Kağıt ve baskı kalitesi iyileştirilirse -maliyetini bilmeden ahkam kesmiş olmak istemem ama en azından ellerim kapkara olmadan okumak istiyorum- iyi olur.
Muhalif duruşu nedeniyle çalışamayan yerli ve yabancı gazeteci ve yazarlara daha çok yer verilirse, sesini duyuramayan kitlelere daha çok ulaşılacak ve böylece daha çok okur da olacaktır.
Benim yeniHarman’ım hepimizin yeniHarman’ı olsun…
Ahmet Sümbül
Diyarbakır'da yeniHarman
yeniHarman Dergisi ilk çıktığında Diyarbakır'da pek tanınmadan sessiz sedasız kentin belirli iki üç ana gazete ve dergi bayiilerinin tezgahında yerini aldı. Haftalık, aylık süreli yayınlar gibi... İlk aylarda kimileri yeniHarman'ı nostaljik sigara markası ile karıştırsa da, geçen aylarda yeniHarman'daki yazı, fotoğraflar, röportajlar, yorumlar ve haberler buradaki okuyucunun da ilgisini çekti ve çekiyor hâlâ. Kentteki hatırı sayılır LeMan okurunun da katkıları, yeniHarman'da çıkan haberler ve yazılar zaman zaman Diyarbakırlıların ilgisine neden oldu. Dergi sayfalarında yazar-sanatçıların yansıyan tartışmaları, polemikleri ve röportajları diğer okuyucular gibi Diyarbakır'daki okuyucuları da yeniHarman'da buluşturdu. Bir, bir buçuk yıl önce yeniHarman kentte ancak iki üç ana bayii raflarında yer alırken, şimdi kentin ana bayiiler dışında birçok semtindeki gazete ve dergi bayiilerinde de yerini almış durumda. 100. sayısında yeniHarman'a ve emeği geçenlere sevgiyle duyurulur.
Yusuf Yavuz
Yüzde yüz
yeniHarman’la kişisel yolculuğum başlayalı da neredeyse üç yıl olmuş. Yani yılları, ayları, sayıları saymamışız. Buna ihtiyaç duymamışız. Yoldayken saymazsınız. Aslında yeniHarman’ın özeti bu. Eskiyle yeniyi, geçmişle günceli, yerelle evrenseli aynı çerçevenin içinde; insanla buluşturan bir dil. Kökleri çok eskiye dayanan yeni bir dil. Bir vicdan muhasebesi. Türkiye’nin özeleştirisi, medya pavyonunun bıçkın delikanlısı, bir İstanbul Çelebi’si yeniHarman.
Yazarı olmakla, okuru kalmak arasında hiçbir ayırımın olmadığı duygusu veren bir anlam bütünlüğü. Gazete gibi dergi, dergi gibi gazete. Taşra bayilerinin kafa karışıklığı. Mahallenin abisi, sokak mobilyalarının varaklı süsü. Her iki sayıda bir “daha çok insana ulaşsın” diye hayıflandığımız, enerjisini cömertçe toprağa gömen haber, bilgi ve belge dopingi. Matbuat aleminin Amok koşucusu. Sosyal adaletin evrensel savunucusu, dünyanın yerli dili. Iraklı anaların vicdanı, Lübnanlı kara gözlü çocukların içli komşusu.
Mail Büyükerman, Selçuk Parsadan, Halil Bezmen, Hakan Albayrak, Mete Çubukçu, Banu Acun, Emin Şirin, Yalçın Küçük, Ceza, Bayhan, Melike... Yazıp çizenleri saymıyorum; Türkiye’nin özeti, Anadolu’nun kara kutusu yeniHarman! On yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, bu ülkede neler olup bittiğini anlamaksa sorumuz; bu kara kutunun sayfalarını çevirmektir cevabı.E daha ne olsun; yüzde 100 Türkiye, yüzde 100 yeniHarman!
Timur Danış
Dizlerimin üzerine çöktüğüm an!
2003, 1 Mart’ına doğru yürüyordum. Bolu’yu geçmiş, Ankara’yı önüme almıştım. Önceki günlerde,savaşgan şerefsiz medya tüm alçaklığı ile önüme çıkmış, yalanla dolanla beni yolumdan etmek istemişti. Tam da bu sırada, yeniHarman’ı yolda buldum; kapağında oğlumla resmim vardı.Dizlerimin üzerine çöktüğümü hatırlıyorum; hiç bir kitabın önünde eğilmeyen ben, dergim ve yol; mutluydum. yeniHarman ve ben muazzam bir savaş karşıtı hareket 1 Mart’da, Ankara’da savaşı durdurmuştuk.
Yusuf Özkan
100 bin kere maşallah!
Sen hep var ol yeniHarman. Vahşi kapitalizmin,"globalleşme" adı altında her şeyi silip süpürdüğü bir ortamda, yel değirmenlerine karşı yalınayak, başı kabak çarpışan, bağımsızlığından, doğrulundan, dürüstlüğünden ödün vermeden, samanları havaya savurup, kehribar sarısı taneleri ortaya dökmeyi hep sürdür. Nice 100. sayılara yeniHarman.
Elif Nurşad
Böcek
İşte Harman’ın yüzüncü sayısı için ürettiği -Bok Böceği Puksinita-...
Bizimle beslendi, şimdi o da aramızda, o da bezden, o da astigmat...
Daha neler neler görceez... Nice yıllara.
Elif Kaleli
yeniHarman üzerine
yeniHarman’da söylenen her sözün, yazılan her satırın ayrı bir samimiyeti var. Şiş gözlerle yetiştirilen bir yazı, sohbet arasında ortaya çıkan yeni bir fikir ve tabii ki, dergide sabahlayan arkadaşların özverisi 100. sayıya kadar getirdi dergimizi. yeniHarman, benim için bir oksijen çadırı. Tıpkı üniversite kantininde yapılan çıkarsız dost sohbetleri gibi, aynı olaylar karşısında aynı duyarlılığı, aynı acıyı, aynı coşkuyu paylaştığımız o günlerdeki gibi, yaşama anlam ve sevgi katan, kocaman bir kaosta birbirini belki tesadüfen bulan insanların kırk yıl tanışıyormuşçasına kenetlendikleri bir çatı. yeniHarman, daha uzun yıllar daha da çok insanı içine alarak, gençler için bir buluşma noktası olmaya devam edecek. Kendini ifade edecek bir alan arayan, insanca yaşamın, barışın, kardeşliğin ve paylaşmanın gereğine inanan herkesin, okuyarak ve yazarak kendinden çok şey bulacağı ender dergilerin başında geliyor yeniHarman. Ve tabii ki, beni Harman nüfusuna katan Sevgili Kutlu, yıllardır yeni sayısını sabırsızlıkla beklediğim LeMan, her şeyden önemlisi her sayıda bizi yalnız bırakmayan sevgili okurlar, yeniHarman’ı var ettiğiniz için çok teşekkürler. Hala yüreğim çarparak elime aldığım, heyecanla sayfalarını çevirdiğim bu dergi, “Hala umut var!” dedirtiyor bana, daha ne olsun?
Cezmi Ersöz
Hayranlıkla izliyorum
Ülkemizdeki egemen basın ne işe yarar gerçekten?
Öncelikle yaşananları, olanları saklamaya dahası gerçekleri çarpıtmaya...
Olan biteni, asıl nedenlerinden kopartmaya...
Yani sahte bir bilinç yaratmaya yarar.
Egemen medya insanların ufkunu karartmaya, algılarını körleştirmeye yarar...
Yani zalimliği ve düzenbazlığı meşrulaştırarak kendisine inananları suç ortağı yapmaya yarar.
yeniHarman’ın egemen medyanın insanlarımızı bu büyük suça ortak etmesine karşı duruşunu hayranlıkla izliyorum.
Aslında olması gereken, yeniHarman’ın yaptığı elbette. O zaman niye hayranlık duyuyorum.
Çünkü yeniHarman gibi yayınlar, ülkemizde artık o kadar az ki...
Barış Mutlu
Adaların mevsim değiştikçe geri döndüğü çiçek pırlantaları...
Yanlışa tuhaf bir iltiması vardır...
Düzensiz insana kendini sınırsız güvende hissettiği için özenilir. yeniHarman’da bu gizli cazibesini muhafaza halindedir. Ayrılık sevdaya, yanlış da doğruya dahildir...
İkinci Dünya Savaşı’na toslamış Alman edebiyatçısıdır. Haberini almış bir SS subayı hep hazırdır... Burjuva gazetelerinden müteşekkil cepheye sık yollanır. Lakin birkaç ayı dolmadan yine kaçar...
Hızlıdır. 0-100 km’sine başka dergiler yanaşamaz. UEFA Kupası bu sayfalarda kırılır, başka sofralara bir sene sonra düşer.
Zaman geçirmeden degaj yapan Anadolu kulübüdür. Götü hep büyük takımlara kalkar... Şampiyon mu olacak, ya da finale mi kalacak? Hayır, ligi bambaşka bir boyuttadır…
Dünyanın her yerinde gözü kulağı vardır, her köşesinde aklı kalır.
Bazı şeyler vardır ki, sadece Harman görür...
Sao Paolo’nun Trianon Park çaprazında sıralanan Cheylangel mağazasıdır. Pülümür’ün Göbürge köyünde tası tarağı toplayan bir eski emeklidir...
En güzel partileri verir. Zamana uzun bir salıncak kurar...
Beatles’ın bilinmeyen parçasıdır. Herhangi bir müzayede hiçbir açık artırmayla sahibi olamaz...
Haincesine güzeldir. Sahici bir kuşkuyla bağlanmak gelir insanın içinden...
Chavez’e ilk uyanandır... Devrimin kokusu gelse acayip ışıklar yanıp sönmeye başlar yüzünde...
Bir kokudur... Adaların mevsim değiştikçe geri döndüğü çiçek pırlantaları...
Bir iz ki, öteki güzelliklerin tümünü tamamlar.
Yağmurludur, yağmurlu havada yağmurluğunu satmış kadar olur...
Tebdili kıyafet gezer... Arka koltuktan bir Beşiktaş uzatır, vapur sırasında hakkınızı yer, sizi karşıdan karşıya geçirir...
Sürprizi bol bir dost dokunuştur. Stuttgart Haupt Bahnhof’ta rastlarsınız, kaçırdığınız bütün trenleri unutturur...
Ne gün karşınıza çıkacağı belli olmaz. Sağı solu bellidir ama...
Diego Armando Maradona’dır. İngiltere’yi takım adalarıyla birlikte çalım manyağı yapar. Fakat yeri gelir, eliyle atar.
Yıldırım Gürses’tir. Bursa’da ses kralı seçilerek başlar işe, “sonbahar rüzgarları”yla eser, “mazideki aşk”a dönüp bakmaz, “son mektup”la bitirir. Bazen sadece boğazın temiz havasını çekersiniz ciğerlerinize; yine de başınız döner. Bu yeniHarman’dır...
Banu Acun
Adı Gibi “yeniHarman”
Yektir, müstesnadır. Tavlada ise şeşyek’tir. Hem “yeni”, hem de “harman”dır. Harman’dır çünkü bu kadar fikren benzersiz ve benzemez (Bkz: Mihri Belli) (Bkz: Yalçın Küçük), bu kadar farklı yaş grubunda yazarı (Bkz. Eflatun Nuri) (Bkz .Barış Ünal- Elif Kaleli) bir arada barındıran başka bir dergi yoktur. “yeni” dir çünkü kendi gündemini yaratır. Bu dergiye Yalçın Küçük de kapak olur Karagöz’de... Ama hangi yazının, hangi röportajın kaç sayfa kullanılmış olabileceğini “sıradan” bir gazeteci asla tahmin edemez! “Bol Dumanlı” sloganı işte bu noktada cuk oturur! “Filtresiz” olduğu ise kesinlikle doğrudur.. Bu kadar mı ayarsız ve cesur olunur? Radikal gazetelerin bile yayınlamaya çekindiği kimi dosyalarımın (bkz. Türkiye’de Vietnam Sendromu) noktasına virgülüne dokunmadan tefrika edildiğini bilirim. Can Dündar ve Rıdvan Akar’a, birlikte hazırladığımız Karaoğlan belgeselinin kitabını yayınladıkları için “ölü gömücü” dendiğini de...(not: Bülent Ecevit 6 aydır yaşıyor.)Zaman zaman kızsam da kanımca bu ,“kafa karışıklığı”ndan çok “hakiki” bir çokseslilik... yeniHarman’ı yek ve müstesna yapan da bu özelliği. Okuduğunuz dergi başka bir medya mümkün diyenlere sunulan “yeniHarman” bir alternatif. Tembellikten sürekli yazanlar kervanına katılamasam da, “fikri hür- vicdanı hür” dergi kadrosuna her sayıda okuyucu olarak şapka çıkarıyorum. Derginin yazı işleri müdürüne (Ayhan Erdoğan), görsel yönetmenine (Tanzer Ercanpolat), şef redaktör (Tuncay Akgün) ve şef redaktör yardımcısına (Kutlu Esendemir) her ay şeşyek atıp 6 kapısını kapattıkları için minnettarım efenim...
Hakan Gülseven
Cüretkar ve pervasız bir harman!
yeniHarman’ın ilk çıkış dönemini hatırlıyorum. Aslında dergiyi çıkaran ekibin içine, kıyıdan da olsa dahil olmuşluğum var. Buna rağmen ilk sayıların nasıl çıktığını bir türlü anlayamadım. Yani son geceye, hatta gece yarısına kadar ortada yapılmış tek bir sayfa olmuyordu, sabah gazeteye gitmem gerektiği için dergiden çıkıp uyumaya yollanıyordum, ertesi gün dergi matbaaya bir şekilde yollanmış oluyordu. Cin-peri işi gibi… Bir Tuncay Akgün – Murat Toklucu harmanı olarak çıkan o ilk sayılar, bence dergicilik tarihine geçecektir. Ortada bambaşka bir deneme vardı çünkü. Ve bu deneme içinde Murat Toklucu’nun hakkını teslim etmek lazım. Değişik bir arşiv tutan, başka bir şey yaratmak için kafa patlatan enteresan bir adam…
Tabii benim için yeniHarman’ın çok kişisel bir durumu da var. O sırada Radikal’de çalıştığım için, sözleşmem gereği kendi ismimle yazamıyordum dergide. “İmzayı Hakan G. diye atarım” dedim, laf arasında, “Hakan G. Kırıkkanat” diye de kendi kendimle kafa yapmaya başladım. Fakat arkadaşlar hakikaten Hakan G. Kırıkkanat diye koydular imzayı. Böylelikle Mine hanımla bir süreliğine akrabalaştık da… O günden beri kendimi yarı Fransız sayarım. Mangal muhabbetini seven bir yarı-Fransız!..
yeniHarman’ın 100 sayı çıkmış olması kanaatimce ciddi bir başarıdır. Daha ilk sayıdan itibaren, ciddi habercilik başarıları vardır ortada. Murat Toklucu dergiden ayrıldıktan sonra, ister istemez ortaya başka bir şey çıkmıştı. Yani yeniHarman rota değiştirmişti. Ama bu ciddi habercilik başarıları devam etti. Dergi Kutlu’nun editörlüğünde, büyük patron medyasının referans verdiği haberlere imza attı. Kutlu esas olarak iyi bir haberci çünkü. İşi kokluyor, ensesinden tutup çıkarıyor, önümüze atıveriyor ve sonra, “Bu adam bu haberi yapmayı nasıl becerdi?” diye düşündürtüyor…
yeniHarman’ın sırrı ‘cüret’tir. Bu ‘cüret’in bazen iyi, bazen de kötü bir şey olduğunu düşünsem de, aslan payının Tuncay Akgün’de olduğu kanaatindeyim. Herkesin dengeleri kolladığı bir satıhta, ‘pervasızlığı’ özendiren bir hat izlemek, yeniHarman’ın sayfalarını ‘pervasızca’ o dengelerin üzerine sürmek gerçekten cüret gerektiriyordu.
Bu işin bazen kötü bir şey olduğunu düşünmem ise, yeniHarman’ın benim ‘milliyetçi’ ve ‘oryantal’ tabir ettiğim kafalara da açılmasından kaynaklanıyor. Sonra, Yalçın Küçük’ün Subuti Emmi hikayelerine de, şöyle söyleyeyim, hiç ısınamadım. Sınıflı toplumların bugüne kadar getirdiği, Osmanlı’nın 700 yıllık ceberut devlet geleneğiyle harmanlanan dandik bir rejimin ardında gizemli bir tarikat aramaktan ziyade, işi dosdoğru sınıfsal analizlerle ortaya koymak gerekir çünkü. Ama tabii komplosever bir okur-yazar topluluğuna bu kadar yalın bir tarzla giderseniz, işin çok da çekiciliği kalmaz. Yalçın Küçük bu bakımdan müthiş bir çekicilik, hatta eğlence alanı yaratıyor, bir bakıma, kasabalarda önüne gelene söven zeka seviyesi yüksek rahatsızlar gibi bir neşe alanı oluşturuyordu. Ama bu neşe alanı aynı zamanda bir bilinç bulanıklığı alanıdır da… Bu yüzden, o neşe alanı bende dönem dönem kızgınlık biçiminde açığa çıkmıştır. Ama elbette sevilen bir şeye kızgınlık gibi…
100 sayıyı devirmiş bir dergi olarak yeniHarman artık bu topraklarda hususi kokulu bir yer edinmiştir. Allahı gelse bu gerçeği değiştiremez. Mevcut durumda yeniHarman habercilik damarından ilerlemelidir; misyonu bence bu olmalıdır. En kuvvetli olduğu yanını, cüreti ve pervasızlığı hayırlara vesile etmelidir. Patron medyasının asla yazamayacağı şeyleri, yayımlayamayacağı haberleri, o medya plazaların tepelerinde oturan yüksek maaşlı patron borazanlarının suratına suratına çarpmalıdır. Ki biz de çorbada tuzumuz oldu diye öğünebilelim…200. sayıda görüşmek üzere…
Amberin Zaman
Tuncay ve arkadaşları beni utandırdı
Dört yıl önce Tuncay Akgün bana yeniHarman'ı hayata geçireceğini söylediği zaman acayip gülmüştüm, bir yandan da üzülmüştüm. Bu kadar emek, yatırım, muhabirlere sunulan umutlar ve ardından geleceğine emin olduğum oldukça hızlı ölüm. Tuncay ve arkadaşları beni utandırdılar. Neyse ki, yeniHarman'ın bebeklik döneminde bizim de ufak da olsa bir katkımız oldu. Muhabiri olduğum The Economist'in dışında en sevdigim dergi desem mi acaba?
Nice 100'lü sayılara
Bol dumanlı yeniHarman’ı tüttüre tüttüre 100’üncü sayısına varmışız. Bu vesileyle “bir yazı yaz” dediler. Ne demeli? Nereden başlamalı? Dev-Lis’liliğinden tanıdığım Tuncay’ın artık orta yaşlılığa varmış olmasından mı? Yoksa Tuncay’dan çok daha genç olan ve aktif kadroda yer alarak sosyalizm doğrultusunda bağımsızlık ve demokrasi bayrağını başları üstünde taşıyanların, bayrağı yere düşürmediklerinden mi söz etsek?
Bence en iyisi en acil sorunumuzdan söz etmek. Ama daha önce derginin 100 sayılık siciline değinmeden geçmeyelim. Bu kısa geçmiş olumlu bir geçmiştir. Bu dergi yurtsever bir çizgiyi savundu. Sosyalizme yönelmeyen bağımsızlık ve demokrasi çizgisinin çıkmaz yol olduğu gerçeğini kavrayarak.
En acil sorunumuzu ele alalım dedik. Nedir bu? Emperyalizmin tasarlayıp uygulamaya koyduğu Büyük Orta-Doğu Projesi (BOP) un karşısına Halkların Orta-Doğu Projesi (HOP) ile hala dikilememiş olmamız.
“Sosyalistler en tutarlı yurtseverlerdir” diyoruz biz; acaba doğru mu? Bir zamanlar yurtseverliğin şampiyonluğunu burjuvazi yapıyordu. Ama bu emperyalizm çağından önceydi. Bugün, emperyalizm çağında tekeller öyle bir egemenlik kurdular ki; artık sermayedar sınıfı o niteliğini yitirdi. Dünya coğrafyası Kuveyt Şeyhliği örneği sözde bağımsız devletlerle dopdolu. Peki sosyalist olmayanların yurtseverliğini ciddiye alacak mıyız? Almak zorundayız. Özellikle çağımızda. Bugün Marksizme sahip çıktığını söyleyen Irak Komünist Partisi yönetimi, Amerikan tezgahı olan ve işgal sonucu dayatılan çok partili düzende politika yapmayı marifer sayıyor. Bu düpedüz emperyalist ile işbirlikçiliğidir, yani ihanettir. Ama öte yandan Irak’ın sünnî arapları ve şiilerin bir bölümü işgalciye karşı direniyorlar. İsrail’de dindar bir kuruluş olan Hamas, siyonist saldırganlığa karşı direniyor. Lübnan’da Hizbullah siyonist işgalcileri silahla karşıladı ve gerilemeye zorladı. Çağımızın gerçeği bu. Hiç değilse bu aşamada ittifaklarımızı kurarken bu gerçeği göz önünde tutmak zorundayız.
Sosyalizme yönelmeyen bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin toplumu çıkmaz yola sevketmek olduğunu söylüyoruz. Acaba doğru mu? Sosyalizmi kim kuracak? Elbette ki üç-beş aydın değil. Sosyalizmi kuracak olan işçiler ve köy emekçileridir. Bu yığınlar bilinçlenmedikçe ve sosyalizmin biricik çözüm olduğunu kavramadıkça geriye dönüş kaçınılmazdır. Peki uydu durumuna düşürülmüş bir ülkede emperyalizm emekçi yığınların yığınsal olarak bilinçlenmesine ve sosyalizmi çözüm olarak dayatmasına izin verir mi? Bu kendisi için intihar değil midir? Dolayısıyla bağımsızlık mücadelesi kaçınılmaz olarak demokrasiyi hedef alan mücadeleye eşlik etmelidir. Onun için ikisini aynı solukta zikrediyoruz.
Evet, sosyalizmin sağlam temeller üzerinde kurulabilmesi için yığınların bunun tek çözüm olduğuna inanmış olması gerekir. Bu da emekçilerin son neferine kadar bilinçlenmesi değilse bile en azından çoğunluğunun sosyalizmi çözüm olarak kabullenmesi demektir. Nüfusun yarısının köylü olduğu bir ülkede, çeşitli dinsel kurumların aktif olarak beyinleri yıkamayı başarıyla sürdürdükleri koşullarda ideolojik savaşımı çok akıllıca vermek gerekir. Lenin, “Bolşeviğin acemisi gider, dindar işçi ile ‘Tanrı var-Tanrı yok’ tartışmasına girer ve eli boş döner. Doğru davranış onu sınıf mücedelesine, greve yöneltmektir” der. Dindar işçiyle ideolojik tartışmaya giren kimse aslında, demokrasi ve bağımsizlığı hedef alan devrimi, işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün çoğunluğunun diyalektik materyalizme inanır duruma gelmesi tarihine ertelemektedir. Yapılacak şey din teması üzerine tartışmayı ertelemek, tarihin dayattığı ilk hedefe, bağımsız ve demokratik ülke hedefine varmak için cephe birliğini ve karşılıklı saygıyı korumaktır. Sosyalist kuruluş ancak demokratik devrimin belli başlı hedeflerine ulaşılmasından sonradır.
Gelelim Beyrut’taki toplantılarda ne yapmamız gerektiğine. Bizi Lübnan’a davet eden kuruluşlar arasında Hizbullah da var. Onun için yukarıdaki satırları yazmayı gerekli gördüm. Bence, HOP’un Orta-Doğu ölçüsünde örgütlenmesi için bazı ileri adımlar atılmalıdır. Diyaloglar kurulmalı ve halklar arasında kardeşliği perçinleyen gelişmeler başlatılmalıdır. Öyle ki emperyalizmin BOP’una karşı biraz gecikmeyle de olsa biz şimdiden HOP dedik diyebilelim. Yolunuz açık olsun!
Nihat Genç
Kırbaç
80-90 programdır televizyon yorumculuğu yapıyorum. Anladım ki, dergicilik ne kadar bela zor, güç, pislik bir işmiş.
Yazacaksın, 3-4 defa tashih edeceksin. Sayfa düzenleyeceksin, bir sürü yazarın yazısını, röportajını ayarlayacak, sayfaya çekici estetik bir düzen içinde yerleştireceksin ve zamanla yarışacaksın. Matbaaya koşacaksın. Günlerce uykusuzluktan gebereceksin. Yemek yemeye halin kalmayacak. Sonra bayiiye koşup dergiyi orada göreceksin...
Vallahi 100 yıllar boyu bu yoğun çalışmanın bitkinliği ile yemeksiz, vitaminsiz, güçsüz, kendimizi kaybedercesine, ki, bir çok psikolojik bedeni eksikliklerle bitap düşüp dergi mi çıkardık, yoksa insanlığımızdan mı uzaklaştık; bilmiyorum. Bildiğim çok yorulduk, çoğu kimsenin söyleyemediklerini medyanın 10 yıllar boyu sansürlediklerini ve itilmişler ve yok sayılanları ve dışlananları ve gizlenenleri hakim medyaya karşı ve Mesut Yılmaz, Demirel, Tansu Çiller ve Recep Tayyip Erdoğan ve bitmeyen iktidar ve bitmeyen iktidar ve bitmeyen iktidarlara karşı söylemek, karşı durmak, kavgasını vermek boyumuzu aştı, psikolojimizi çok zorladı ama yeniHarman yenildi, tekrar denedi. Tekrar deneyecek. İtilmişleri, söylenmeyenleri, yasaklananları herşeye rağmen söylemeye devam edecek. Lafın burasında etten kemikten bir insan olarak yeniHarman’daki arkadaşlarıma samimiyetle şunu söylüyorum: Çocuklar ben yoruldum ama birileri diklenmeye devam etsin. Bu altta kalanların bayrağını kimsenin ödün vermeyeceği, aksine büyük medyanın nefret ve düşmanlıkla yok saydığı bu bayrağı birileri alsın.
Türkiye’de ve dünyada acı çeken, işkence gören , aşağılanan, hor görülen bütün tepelere, varoşlara bütün kırık ve mazlum ve ağlamaktan yorulmuş kalplere dikmeye devam etsin. yeniHarman çok suskun Türk medya tarihinin en suskun döneminde, sessizliğin dili oldu. Soyulanların, kandırılanların kırbacı oldu.
Oktay Taftalı
Harman’da yüz sayı
Ödülsüz yazarların, ödünsüz ve bağımsız dergisi yeniHarman yüzüncü sayısına ulaşmış bulunuyor. “Taş yerinde ağırdır”, “ağır ol molla desinler” gibi itibar, vekar ve etki bildiren ne kadar özdeyişimiz varsa, bu dergi bunların kağıtlı ve resimli şeklini oluşturmakta. Bizim dileğimiz ve tavrımız budur, böyle olmalıdır. Çünkü mevcut kirli medya ortamında, merak, heyecan ve coşkuyu, sömürü konusu yapmadan ifade edebilmek önem kazanmıştır. Bu türlü bir yayını talep eden okurların / okurlarımızın varolduğunu biliyoruz.
Tuncel Kurtiz
Bremen’de, Kars’ta ve İstanbul’da üç yalnız fil
Bremen'de bir fil var. Tuğladan yapılmış, iki katlı bir ev büyüklüğünde. Hauptbahnhof'un karşısındaki parkta, yapayalnız duruyor. Ne işi var bu filin Bremen şehrinde! Dolandım çevresinde bu tuğla filin. Çaresiz, yorgun, bitkin duruyor. Tuğla bir duvar olmuş gölgesi. Bir tanıtma yazısı arıyorum boşuna. Sonra gözüme çarpıyor bir kenarda. Güney Afrika'daki ırk ayrımını protesto ediyormuş. “Irk ayrımına karşıyız” diyor ve bir Afrika haritası yapayalnız. Bir anlam veremiyorum. Ne alaka! Fil; hem de tuğladan, büyük ve yapayalnız ve eskimiş. Bir demir levha ve ortasındaki boşluk Afrika. Yok ben bir ilişki kuramıyorum. Aklıma Kars'ta Naif Alibeyoğlu'nun diktiği yeşil fil heykeli geliyor. Simer Otel’in lobisinde Şerafettin Eryılmaz şöyle anlatmıştı:
“Şimdi aziz dostum, herkes soruyor ne alaka diye, nerden çıktı bu fil heykeli? Kars kentinde kocaman yeşil bir fil; kimseler cevap bulamıyor. Ben diyorum ki, Naif Alibeyoğlu’nun cevabıdır bu Kars kenti ahalisine: Ben işte bu fil kadar yalnızım, bu güzelim Kars kentinde, aranızda, ama unutmayın o fil kadar da kuvvetliyim.”
İşte böyle. Çok yaşa Şerafettin Eryılmaz, o masal baba edasıyla, tarih baba edasıyla, ne güzel anlatıp açıklamıştın. Gelelim Bremen kentindeki tuğla file. Her sabah yürüyüşünde karşılaşıyoruz. Ben soruyorum, Tuğla fil arkadaş, nasıl geldin buralara, acaba su deposu mudur kentin? Aranıyorum yok, kapısı, bacası yok. Derken bir sabah bisikletli, elli yaşlarında bir adam indi bisikletinden ve demir korkuluklara bağlarken bisikletini çekinerek sordum. “Afedersiniz çok merak ediyorum, acaba bir bilginiz var mı, kimdir nedir bu fil, nasıl gelmiş buralara?” Herşeyi ile, sakalı, bisikleti, gözlükleri ile solgun bir sonbaharı andıran adam gülümsedi ve anlatmaya başladı:
“Belki bilmezseniz, Birinci Cihan Savaşı’ndan önce Almanya kolonyalist bir ülke idi ve Afrika'da dört kolonisi vardı ve bunlardan bir tanesi Togo idi. İşte bu Almanya ve Britanya kolonyolistleri aralarında savaşırken Afrikalı bir kabile reisi, Almanların safında İngilizlere karşı büyük kahramanlıklar gösterdiği için, onun onuruna Bremen şehrinde bu tuğla fil inşa edilmiş.”
Gözlerinde ve sesinde alaylı bir serzeniş, “Ben de bu kadarını biliyorum” dedi. Teşekkür ettim, “güle güle” dedim ve adını bilmediğim Afrikalı kabile resinin karşısında oturdum çimenlere.
“Konuşsak” dedim, “Almanlar, İngilizler, Portekiz, Hollanda, Belçika hepsi Afrika'yı yediler, sömürdüler. Sen ne yaptın? Almanları seçtin, çünkü Almanlar sana karşı iyi görünüyordu, hepsi seni sömürmeye gelmediler mi? İşte burada karşımda eski ve yorgun duruyorsun. Yanında demirden bir tabela: 'Irk ayrımına karşı bir Afrika. Bunlar seni aldattılar dostum, beyaz medeniyeti, seni beni hep sattı, seni tüketti ve sürdürüyor tüketmeyi. Seni tuğladan bir fil yapıp bağladı buraya, kıpırdanacak gücün yok.” “Ben Afrikayım” dedi, Tuğla Fil. “Yalnızım, kuvvetliyim, yenilmeyeceğim.”
Türk Edebiyatı , Aralık 2005 sayısında Tufan Ş. Buzpınar'la , “Şime-i husumet mi, şime-i muhabbet mi?” konuşmasını okudum. Ona göre, “Avrupa'da iki farklı devletler hukuku vardır. Biri kendileri, biri bizim için. Avrupa'nın vicdanı bir değil ikidir. Huku'ku Düvel ismi var cismi yok bir Anka'dan başka bir şey değildir. Evet Avrupa güçlüdür, fakat onunla sağlıklı diyalog kurmanın yolu teslimiyetçilik değil kişilikli davranmaktır.”
Bu sözler 1910 yılında Celal Nuri İleri tarafından söylenmiş. Yıl 2006 şimdi, Avrupa Birliği’nin kapısı önündeki Türkiye'ye bakalım mı? Bakalım, İstanbul'da bir fil var, yalnız ama çok güçlü, adı yeniHarman. Üstelik bu fil, devinen, çalışan, direnen bir fil.
Gürkan Hacır
Türlü bedeller ödense de
Bir mülakat öncesinde, Sabah yazarı Umur Talu’ya yeniHarman’ı nasıl bulduğunu sormuştum. Dergimizi takip edip etmediğini merak ederek…
Cevabı heyecanlı ve övgü doluydu.
- Acayip işler yapıyorsunuz…İmrenerek izliyorum…
Genel yayın yönetmenliği dahil bir çok görevde bulunmuş deneyimli bir gazeteciden bu sözleri duymak elbette bir derginin yazarı için gurur vericiydi. İşlerimiz oldukça parlaktı. Kimsenin konuşamadığı insanlarla konuşuyor, kimsenin soramadığı soruları soruyorduk. Yaptığımız dosyalar ertesi hafta -her ne hikmetse hiç kaynak gösterilmeden- gazetelerin manşetlerini süslüyordu.
Muhabir ordularıyla çalışan diğer haftalık ve aylık dergiler çoğu zaman peşimizden geliyordu.
Ancak tüm bunlara rağmen Talu’nun “bizde” imrendiği başka şeyler vardı.
Herkesin ağzına pelesenk edip içini boşalttığı tam bağımsız gazeteciliği -türlü bedeller ödense de- en derininde yaşamak…
Her daim sokağın, ezilenlerin sesi olmak…
Haktan ve adaletten ne pahasına olursa olsun ayrılmamak…
Ve varlığını her çeşit zorluğa karşın 100 sayıdır korumak…
Sevgili Umur Talu gibi birçok dergi müdaviminin, özellikle ‘80 sonrası özlediği bir duyguya cevap oldu yeniHarman…
Çok çeşitliymiş gibi gözüken hayatımızın aslında ne kadar tek düze ve tek sesli olduğunu bizlere hatırlatan bir yayın oldu.
Ukalalık yapmadan, gösterişe kaçmadan, dünyadaki tüm sesleri usulcacık kulağımıza fısıldayan yakın bir dost oldu hepimiz için…
100. sayısının nice 100’lere devrolmasını diliyorum…
Sevgili usta Tuncay Akgün’e, nöbeti devraldığım ve yeniden devrettiğim Kutlu dostuma ve tüm yeni harman ailesine nice “acayip işler” diliyorum… Sevgiyle...
Zihni Çetiner
Nice yüzlere
Biliniz ki, ülkemizde medya holdinglerinden birisine dayanmadan dergi yayınlamak ve bunu okura ulaştırabilmek hiç kolay değildir. Salt bu nedenle bile yeniHarman kutlanmayı haketmektedir. Kaldı ki, ülkemiz medyasının yok saydığı kimi insanların yeniHarman’da görüş ve düşüncelerini açıklamaları, başlıbaşına saygı duyulacak bir medya olayıdır. Ezilen kesimin umutlarını yeşertmek için, bitti sanılan devrimciliğin sesi olarak ses vermek ancak yeniHarman sayfalarında mümkün olmaktadır. yeniHarman’ın ömrünün uzun, direnişinin güçlü olması dileği ile. Nice 100. sayılara.
Özgür ATAK
Türk basınının “Tokatlıyan Paşa”sı
Bundan üç yıl önce hayat bulan ve başlarda İtalya’dan sürdüğüm yeniHarman günleri, yazarlık serüvenimde hiçbir zaman unutamayacağım bir etkiye sahip. Ters giden şansına ve bir takım aksaklıklara rağmen İtalyanların deyimiyle “Dalya” demeyi becerebilmiş bir dergi. Türk basınının “Tokatlıyan Paşa”sı olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Eminim her tokat yiyen bir küfür savuruyordur. Ve umarım bu küfürlerden benim de payıma hiç değilse birkaç küçük kötü söz, bir iki minik hasetli duygu düşüyordur.
Üç yıldır aralıksız katkı koymaya çalıştığım yeniHarman’a ek başka yayınlarda da sesimi duyurmaya çalışırken Mihri Belli, Yalçın Küçük, Erbil Tuşalp, Eflatun Nuri, Oktay Taftalı gibi büyük ustalarla aynı çatı altında olmanın verdiği rahatlıkla kalemimi kâğıda bastırıyorum.
YazarlığımÇok saydığım Tuncay Abi’ye çok ama çok teşekkür ederim. Doğru ve güzel bir yerde durmanın sevinciyle daha tokatlanacak çok şey olduğunu biliyorum.
Serdar PAKTİN
Pek muhterem yeniHarman okumakta direnen sevgili okuyucu kitlesi’ne
Günümüz dünyasında iletişim ve iletişim metodlarının fütursuzca [future: İngilizce’si de pek manidar] gelişmekte sınır tanımadığı günleri yaşıyoruz. Bir yandan da insanlar ve insanlık sorumsuzca hep geri adım atarak bu kadar iletişim imkanı içerisinde iletişim beceriksizliği konusunda rekor kırmak için canhıraş bir biçimde çırpınıyorlar.
İşte, böyle bir durum çerçevesinde Ortadoğu ve Dünya’nın [mecazen] ısınmaya devam etmesi, [terimsel] küresel ısınma, insanların fikir beyan etmelerinin yasaklanmasını tartışan parlamentolar, soy kıranlar, soyu kırılanlar, kol kırıp yeni içinde bırakanlar, ameliyat yapıp makası içinde bırakanlar… Ve daha nice ilginç gelişmenin yaşandığı dünyaya biraz da ‘ters açı’dan bakmanızı sağlayan yeniHarman sonunda 100. sayısını da yapıyor.
Bendeniz ve proje arkadaşım, sizler için 100. sayının şerefine yeni bir dosya ile geri dönüyoruz. Yeni bir araştırma ve geliştirme yazı dizisinin ilk adımlarına şahit olacağınız bu 100. sayı, sizlere aynı zamanda yeniHarman’ın yaşlandıkça güzelleşen bir şarap misali etki yaptığını dimağınız sersemlemeye başladığında hissedeceksiniz ya da hiç değilse bana öyle geliyor. Birinci emiri hiçbir zaman unutmayın: Oku! Haydi buyrun…
Mesud ATA
Avuç içi terleyen yumruk
Sarsıcı dosyalarıyla, yeraltı kültürüne verdiği ehemmiyetle, "Lübnan Özel" sayısıyla, başka yerde okuyamayacağım lezzette röportajlarıyla, öfkesiyle, yumruğuyla, gönlümü fethetmiştir.
Yiğit yazarların harman yeridir yeniHarman. Sırtını tonton amcalara dayamadan haklı öfkesini tüttüren, dumanlı kafalarda soğuk duş etkisi yaratan kaçak tütündür yeniHarman. Her tarafı hile ile kuşatmış olan, kanı 5 kuruş etmeyen adamların gazetelerine 25 kuruş saymamaktır yeniHarman. Haber 'posta'ları sonrasında içilen keyif sigarası tadında dergidir yeniHarman. Avuç içi terleyen yumruktur yeniHarman...
Gürkan H. Kılıçarslan
Nasıl 100'e yetiştim
LeMan’ın narenciye olduğu yıllarda bir okurcu olarak aklıma gelmezdi elbette bir gün yeniHarman’da Harmancı olacağım… Hadi Harmancı olmak neyse de yeniHarman’da medyalogluk yapacağımı hayatta tahmin edemezdim. Çünkü o zamanlar koltuk altında kitap taşımayı sanki bir haltmış zanneden kimi yawshak arkadaşlarım okumadıkları ve asla bitiremedikleri O.P. kitaplarıyla dolaşırken bendeniz Rus-Alman-Fransız ve Latin edebiyatı ile ilgiliydim. Öyle medyaymış, mumyaymış vallahi umurumda değildi. Arkadaşlardan, çevreden otlandığım o zamanlar ucundan azcık solcu olan Cumhuriyet’den başka para sayıp okuduğum tek istikrarlı yayın Limon ve LeMan’dı.
Sonra günün biri hayat sarmalında kördüğüm olduğumu farkettim. O sıralarda iyiden iyiye kendi içimdeki kayıp evren ile ilgiliydim. Galaktik bir anti-ben denizinde fenafilben olmuştum. Şimdiki gibi fenafilmedya değildim de fenafilselfdim anlayacağınız. Akla gelebilecek ve hatta hiç gelmeyecek en korkunç neo-gerçekötesi-varoluşsal edebiyatları, şiirleri, şiirimsileri, öyküleri, romancıkları ve hatta adı henüz konmamış edebi dalları yazıktırıyor ve çiziktiriyordum… Merak edilmesin. Bunların hiçbiri yayınlanmış değildir. Bende bu meşguliyetler olduğu sürece anca 75 yıl sonra yayınlanıp okunacaklardır. İnşallah 75 yıl sonraki Yawshak Türkler kitaplarımı Orhan Pamuk kitapları gibi koltukları altında gezdirmeyeceklerdir. Çünkü müstakbel kitaplarım milletin pis koltukaltı kokularını çekecek kadar kalitesiz ve içeriksiz olmayacaktır. Biz, bırakınız romanı, hikayeyi, yazmış olduğumuz e-postalarda, buzdolaplarına yapıştırdığımız post-itlerde bile edebiyat yaparız da bazılarının ruhu duymaz! Çünkü onlar ruhlarını medya emlakçılarına teslim etmişlerdir! Onlar satılık değilse kiralıktır!
O zamanlar hayatımda medyanın tanıdık isimleri yoktu. Yani geceleri rüyamda Mehmet Yılmaz ile airhockey oynamaz, Ertuğrul Özkök ile birlikte İzmir -Kahramanlar’da kardan adam yaparken Doğan Hızlan’dan havuç istemezdim. O zamanlar rüyalarımda Ahmet Hakan vapurlarda Çin Malı oyuncaklar satmazdı misal. O zamanlar rüyalarımda Fatih Altaylı ile yağlı güreşe tutuştuğumu da katiyen hatırlamıyorum. Allah sizi inandırsın bugünlerde en sıradan rüyalarımı bile Elm Sokağı’na çeviren Emre Kongar’ı da en fazla birkaç sıkıcı kitabıyla bilirdim. Nerden tahmin edeyim Kongar gün gelecek rüyalarımda ekürisini hanibalist bir şekilde ekarte ettikten sonra hızını alamayıp benim peşime düşecek. İnanın bana, bu saydıklarım bu aralar benim ortalama rüyalarım. Uyumaya korkar oldum artık. Geçen bir gece de Serdar Turgut’u gördüm rüyamda. O ve Engin Ardıç sırtlarında çarmıhlar, kafalarında dikenler olduğu halde yüksekçe bir tepeye çıkıyorlardı ve binlerce köylü vatandaş bunlara yumurta domates don gömlek atıyordu. Ve ben çaresizce onları kurtarmaya çalışıyordum, “ Durun, sevgili halkım, yapmayın. Onlar da halk çocuğu!” demeye çalışıyordum ama nedense sesim gıkım çıkmıyordu. Romalı askerlerin komutanı ise Romalı Perihan idi…(Rüyalar saçma olur, you know) Sonra ben tam onları kurtarmaya çalışırken bir kayanın arkasına gizlenmiş bir şekilde Ali Kırca’yı gördüm ve onun orada ne yaptığını izlemeye başladım. Bu arada S.T. ile E.A. herhalde çarmıha gerilmiş olmalılardı… Çünkü uyandım en heyecanlı yerde.
İşte böyle sevgili okurcularım. Birkaç yıldır artık rüyalarımı bile işgal eden bu tür kimselerle benim hiç alakam yoktu aslında. Arada bir duyardım tabii adlarını. Fakat benim için ‘mainstream medya’ sanki başka bir gezegende yaşıyordu o zamanlar. Ne ben onları tanırdım, ne onlar beni. Hatta medyaya bulaşmadan önce iyiden iyiye kendi mucidi olduğum idealist bir materyalizme tutulmuş, kendi kendime tarihsel materyalizm şemsiyesi altında diyalektik idealizm ayinleri yapmaya başlamıştım ki bunun sonu Yaşar Nuri Öztürk olmak, önüne gelene fırça atmaktı. O vakitler öyle uçmuştum ki 28 Şubat darbesi hazırlıklarını ve sonuçlarını bile umursamamıştım. Meğer o aralar milenyumun en önemli olayları olmuş ve bazı gazeteciler andıç mandıç nedeniyle gazetelerinden kovalanmıştı ve ben böylesine tarih açıp tarih kapatan bir olayla dahi ilgilenmemiş, burnumun ucundaki uçuşkan kelebeklerin ömürleri boyunca çırptıkları kanatların sayısını saymakla iştigal etmiştim… Ne bileyim, meğer o sıralarda başta Ahmet Kekeç olmak üzere dolu adam işten atılmış, onlara yazı yazdırmamışlar. Halbuki bu olay tarihsel açıdan 29 Mayıs 1453 kadar kıymetli bir olaymış meğer. Düşünsenize yahu, Mehmet Barlas, M.A. Birand yazı yazamamışlar o zaman… Olacak şey mi Allahaşkına?.
Müsaade ederseniz sevgili okurcularım, yeri gelmişken, öteden beri gıcık olduğum bir saplantıyı tam burada saplamak istiyorum. Bu 28 Şubat mağdurlarının özellikle de Ahmet Kekeç’in her ilgili -ve çoğu da ilgisiz- fırsatta 28 Şubat’ta nasıl işinden edildiğini okumaktan bana darallar geldi. Ben bir ara kendisine de söyledim ama anlayıp anlamadığından şüpheliyim. Sadece o da değil. Diğer 28 Şubat mağdurları da kendi bireysel mağduriyetlerine gömülmekten sessiz sedasız yaşanan şeylerden haberdar olamadılar galiba. Yahu sayın 28 Şubat mağduru medya mensubu kardeşlerim! 28 Şubat döneminde işinden olan sadece sizler değilsiniz. Askerlerden muhtarlara, mühendislerden tamirci çıraklarına, milletvekillerinden başbakanlara yüzbinlerce insan bu ülkede hem de çoğu andıçsız mandıçsız işinden oldu. Bu kadar da kendi nefsiniz cephesinden bakmayın yahu! Amma önemli adamlarmışsınız siz yahu! Sanırsınız 28 Şubat sadece Ahmet Kekeç’e yapılmış. Edep yahu!
Ben ne anlatıyordum? Hah! “Nasıl medyaya bulaştım ve nasıl kendimi yeniHarman’da buldum” diyordum. Devam edelim… Derken, işte o ileri derecede metafizik aşkınlık ve taşkınlık günlerimden birinde kendimden geçmiş bir şekilde felsefik eksenli tözden öze geçiş ayinine gömülmüştüm ki, dayanamadım ve inansam da inanmasam da Tanrı’ya seslendim. “Ey yoksan da varsan Tanrım!” dedim. “Lütfen bana düşmanlarını göster! Bana en büyük Şeytanı göster!”
Aslına bakarsanız iyi kötü bahse konu olan düşmanları ve şeytanları tahmin ediyordum ama Tanrı’nın beni adamdan saymasını istemiştim. Çünkü her ölümlü gibi toplumda, cemiyet hayatında adamdan sayılmak beni bir türlü kesmiyor ve en dayanılmaz olduğunu düşündüğüm adamdan sayılma şekline özlem duyuyordum. Yoo, derdim “The Chosen One” olmak değildi. Bir geceliğine dahi olsa Tanrı tarafından kaale alınmaktı. Hiç unutmam. O gece, 10 Eylül 2001’di…
Ertesi sabah uyandıktan bir süre sonra yerel saatle saat 9’dan sonra tahmin edeceğiniz üzere kafayı yemiş ve Tanrı’nın seslenişime böylesine dehşetli bir cevap verip ikiz kuleleri yerle bir etmesi karşısında dehşete düşmüştüm. Şimdi eminim bazılarınız da bu son cümleden sonra dehşete düşmüştür. “Tanrı nasıl olur da ikiz kuleleri yerle bir eder” diye sorarsınız da eminim. Batılı Hıristiyan sevgi masallarıyla büyüyerek kendini müslüman sanarak ölüp gidecek fani laikler için durum böyle olabilir. Benim o sıralarda üzerinde çalıştığım ve araştırdığım ilahi inanışın temelinde, ‘oluşuna izin verdiğinden’ dolayı herşeyin sorumlusu Tanrı idi, ki gerçekçi olursak bu inanışa en yakın göksel din beğensem de beğenmesem de İslamiyet idi. Batılı Hristiyanlığın tüm felsefesi benim için Noel Baba sendromları ile doluydu ve yine Batılı Pozitivizt okullar benim için artık bir anaokuluydu. Üstelik 10 Eylül 2001 gecesi alkol almamış hangi ateist o gece böyle bir sesleniş yapardı ve ertesi sabah olanlardan sonra “Herşey bir tesadüf. Aha bu benim kafam var ya, bir zamanlar bu kafa bir taştı ve tesadüfen şimdi kafa oldu” diyebilirdi? (Gerçi bazı kafaların günü biri önce maymuna sonra da taşa dönüşeceğini reddetmiyorum ben.)
Elbette o gün herkes gibi benim de kafam çok karışıktı. Tamam diyordum. Tanrı’nın düşman veya düşmanları ortaya çıktı. En büyük şeytan ortaya çıktı. Elbette ben de herkes gibi bu saldırılarda ölenlere üzülüyordum. Olayı şiddetle kınıyordum. AMA! Benim AMA’m başkaydı.
Zaten Buş’u çocukluğundan beri sevmediğim için Buş’un düşman oluşuna sevinmiştim, öteden beri bilimsel sosyalist yahut duruma göre sol liberal takıldığım için (Troçkisttim bir zamanlar ) kapitalizmin en büyük mabedinin bir anda ortadan kalkması, Allah’ın bildiğini kuldan mı saklayacağım, vallahi içimde hoş bir gıcıklanma yaratmıştı. Sanki ideolojik bedenim kadife bir örtüyle kaplanmıştı. Ha tabi, diyordum ki, keşke saldırıları haber alıp gelmeyen şu komplocu Yahudiler gibi ölüp giden 2 bin 500-3 bin kişi de keşke o gün işe gelmeseydi de o binalar içinde yolcuların olmadığı sadece korsanların oolduğu uçaklarla vurulsaydı da tek bir itfaiyecinin bile burnu kanamadan o binalar gene de devrilip gitseydi. Ne de olsa o binalar öyle bir semboldüler ki ‘Deep Impact’ filmi bile onları yıkamamış ve ben Holivud’a gıcık olan bir sinemasever olarak o filmden sonra o kulelere nefretle bakar olmuştum. Çünkü fizik kurallarına aykırıydı. Göktaşı düşecek. Dev dalgalar çıkacak, New York’u vuracak da o kuleler yıkılmayacak. Aha birer tane uçak bile yetmişti işte. Ve ‘Derin Darbe’ yapımcıları mosmor olmuşlardı.
İşte 11 Eylül 2001’den sonra dünya gibi ben de değiştim. Ve o tarihten sonra başta internetin de yardımıyla medya ile ilgilenmeye başladım. İdeolojik, felsefi ve edebi ayinlerimi bıraktım. Dünya böyle bir sürece girmişken Orhan Pamuk’tan daha güzel yazıyor olmanın da hiçbir anlamı kalmamıştı benim için. Sabah akşam medyayı taradım. İnceledim, Kurcaladım. Ve sadece üç beş ay sonra Nirvana katına ulaştım.
Meğer ki 11 Eylül’de sevinmekle acele etmiştim (11 Eylül’ün olmasına değil, 10 Eylül gecesi Tanrı’ya seslenişime cevap almış olmama sevinmemi kastediyorum.) Acele etmiştim. Anlamıştım ki, Tanrı’nın düşmanları ve en büyük Şeytan, ne Buş’tu, ne kapitalizmdi, ne ABD’ydi, ne El-Kaide idi, ne Usame Bin Ladin’di.
O Şeytan ve düşman başka bir şeydi.
Medyaydı!
Bir süre sonra Kuzey Amerika’da Kanada adlı bir ülkeye gittim. İşte tam o sıralarda Türkiye’de yeniHarman yayınlanmaya başladı. Doğal olarak dergiye ulaşamıyordum. İnternet baskısı olmadığı için içeriğini takip edemiyordum. Sadece arada bir internetten, yarattığı etkiler ve getirdiği sesler hakkında fikirler alıyordum. Bu arada ben basılı basısız çeşitli yerlerde yine başta medya hakkında yazıp duruyordum. Hatta yazacak hiçbirşey bulamazsam e-postalara yazıyor, kendi e-posta gazetemi çıkartıyor ve çeşitli okur-yazar adreslerine spam oluyordum. İşte benim en sevdiğim okurlardan biri de Bezgin Bekir idi. Yazı dünyasında hiç tanıdık torpil olmadığını ve Tuncay Akgün’e hürmetlerimi iletmesini söylediğim Bezgin Bekir sağolsun beni kırmadı ve böylece yeniHarman’da Harmancılık yapmaya başladım. Daha sonra Türkiye’ye döndüm. Bıraktım o Kanada adındaki herkesin gitmek için seksen takla attığı bizim bir vilayetimiz etmez ülkeyi. Tabii iş aramakla, yeniden düzen kurmakla geçen bir dönemde yazılarım zaman zaman ara vermek zorunda kaldı ve bu düzensizlik Kutlu Esendemir’in dikkatini çekti. Artık yeniHarman’da düzenli olarak Harmancılık yapıyorsam Kutlu’ya kocaman bir teşekkür etmek gerektir siz sevgili Türkiye’nin en ayrıcalıklı ve akıllı okurcularından başka!
Nice 100’lere yeniHarman!
Banu Birtek
İyi ki...
Postmodern kültürün alışkanlıkları ve emperyalizmin moda sahiline vuran dalgalarının bıraktığı köpükler gibi kulaklarda aşina olmuş bir isim değildir yeniHarman... Bazen bir sigara markası zannedilir, bazen “efendim ne istemiştiniz?” diye sorulup, ismini tekrar etmeniz ya da “LeMan Grubundan çıkan aylık dergi” demeniz gerekebilir.
yeniHarman’ın değerinin şahsımda yüksek olmasının nedenlerinden biri; onunla Berlin’de tanışmış olmamdır. Gurbette vatandan kaliteli olaylara daha özlem dolu olduğundan insan, kıymetini de daha iyi anlıyor. İki haftada bir çıkarken daha iyiydi de, ayda bir çıkmaya başladığında gerçekten üzülmüş, mecburen daha ağır okumaya başlamıştım. Haftalık, Tempo ya da Aktüel gibi, manşetinin içeriğine bakılarak, ya da seyahate çıkarken, “ulan yolda okuyacak bir şeyler alayım” dendiğinde alınan dergiler kümesinin dışında kalan bir dergidir yeniHarman. Çünkü artık 100. sayısıyla pek de yeni olmayan harmanımızın, kemikleşmiş okur kitlesi vardır, ah bir de o kadar sık Yalçın Küçük röportajı yayımlanmasa.
Reni PARKER
Harman skalası geniş, kimliği olan dergi
Su gibi geçen doğumu, gelişim sureci, baskısı, okuyucusu, 100. sayısı... İlk günlerinde bir gazete bayiye “bir tane yeniHarman” dediğinizde size sigara verirlerdi. Derginin doğumu, isim aşamalarında içinde değildim. O zaman sadece bir LeMan okuyucusu idim. Sonrası Kutlu Esendemir ve ortak tanıdıklar, dostlar ve yazışmalar vesaire derken düzenli yazmaya başladım.
Dergide yazmaya başlamam ile beraber, benim için bir farklı süreç de başladı tabii. Her makalemi gönderiş ertesinde “Ohh! Bitti de kurtuldum” diyor, ancak akabinde başka bir heyecan ile başbaşa kalırdım. “Bakalım hata var mı? Bir sorun çıkacak mı?” diye, dergi baskıdan çıkıncaya kadar heyecandan ölürdüm. Dergi baskıdan çıkar, gelecek sayı için sanki 1 yıl varmışcasına bir rahatlama gelir ve başlardım tembelliğe. Ödevlerini son dakikaya bırakan tam bir tembel öğrenci gibiydim. Bir dolu ön çalışma, çeviri, bilgi, görsel malzeme, derle, toparla, dergiye gonder, işletim sistemi farklılığından dosyalar alınmasın vesaire vesaire.
Dergi ekibi son derece yoğun ve titiz bir hazırlık süreci geçiriyordu. İlk günlerin en büyük sorunu dağıtım idi. Dergi az sayıda gelir, hızlı tükenir, pek çok bayii de yeniHarman bulunmaz, insanlar arar durur... Dergi gününde çıkamaz, yazılar yetişmez, yetişse baskından çıkamaz, dağıtım da sorun yaşanır, baskı sayısında. Gazete bayiileri anca öğrendi sigara olmadığını.
Harman skalası geniş, kimliği olan bir dergi. Kısaca adı üstünde Harman... Bilişimden, edebiyata, yaşamdan anarşizme uzanan geniş bir yelpazesi olan, kimi zaman ağır politik söyleşileri olan, nerede ise Zapatistler’le bile söyleşi yapacak yeteneği olan bir dergi. Özelliklede Yalçık Küçük’le başlattıkları söyleşileri popüler medya mensuplarında bir infial yarattı, durdu.
Ne kadar zaman olmuş, ne kadar emek harcanmış, kimler yazmış, kimler çizmiş derken dergi olgunlaştı, tutkunları oldu; 100 sayısına ulaştı. Pek çok insanı bağımlısı yaptı. Pek çok insanı rahatsız etti ve bugüne geldi. Beynimizi Harmanlayan keyifli dergi... Seni seviyoz. 100 sayıyı değil, 1000 yılı göresin.
Adnan Ekinci
Türk yazılı basınının Haydee Parkı…
yeniHarman 100. sayısına hazırlanıyor. Şaka mı bu, diye düşünmeden edemedim. Sonra da, akıp giden zamanın aceleciliği üzerine hayıflandım. Sanki geçtiğimiz yıl içinde yayınlanmaya başlamış ve biz de birkaç ay önce Kutlu Esendemir ile Cihangir’deki caminin asmalı bahçesinde oturup kritiğini yapmışız gibi geliyor bana… 100. sayı, yani dalya demişler. Maaşallah…
Çok sevindiğimi söyleyemeyeceğim. Yıllardır kafasında kurup, geliştirdiği bir dergiyi ancak 8 sayı yayınlayabilmiş bir kişi olarak bu performansları karşısında duyduğum sevinç buruk bir tat var. Ne yaparsınız, hasetlik de insana dair bir şeydir.
yeniHarman’ı anlatmak zor, tarifi ise kolaydır… Doluya koysanız almaz, boşa koysanız dolmazdır. Benzerleri olsa da, habercilik yanıyla özgün bir yeri vardır.
Türkiye’de bir derginin, ciddi oranda reklam desteği almadan, salt bayii satışı ayakta durması takdire şayan bir iştir. Yayına hazırlayan kim varsa, bu takıntılı ısrarları nedeniyle psikolojik denetimden geçmelerinde sonsuz fayda vardır.
Ne ki, benzer dergiler arasındaki özgün duruşlarının vurgusunu da yapmak gerekir, caizdir. Bu nedenle, ona çakmak muamelesi yapıp, ‘olmasa da olurdu’ diye geçiştirmek doğru olmaz. Çünkü, her sigara yakış öncesi ceplerde arama telaşı ve birilerinin ateşine mahkum olma yerine, bir kibrit kutusuna sahip olmak da az bahtiyarlık değildir.
yeniHarman, her insanda bir katre bulunan, en azından kendisinin bile fark edemediği ‘hayta’lığın dışa vuruşudur. Gazete bayilerinin raflarındaki ezgin duruşunun nedeni bundandır. Parıltılı dergilerin arkasında, okuyucusunun kulağından çekip alınmasını tinerci bir çocuğun ürkekliği içinde bekler.
Bir anlamda, hayatın ‘bırak dağınık kalsın’ halinin pürhande suretidir. Derginin her sayısında, dozajı değişkenlik gösteren ortalama bir neşe hakimdir. En ciddi konuları diline dolarken bile dişlerinin arasında bir kürdan döndürür. Yılmaz Güney’in, siyah-beyaz, ‘Çirkin Kral’ filmlerinde olduğu gibi, tereğini kaşlarına kadar indirdiği kasketinin altından, sırıtmadan, ama otuziki dişiyle de tebessüm ederek bakar dünyaya…
Öte yandan, Türk yazılı basınının Haydee Parkı gibidir biraz da… Diğer basın organlarında görülemeyen aykırı bir yazıyla karşılaşmak mümkün olabileceği gibi, gündemin flash olaylarının gölgesinde kalmış ilginç bir konuyu flaş edebilir. Geyik düzeyinde kalmış teorilerin baş aktörleriyle yapılmış derin muhabbetleri tabure üstü rahatsızlığında verir.
Bir dönem benim de yazı kadrosuna dahil olduğum dergide, keyifli söyleşiler yaptığımı hatırlıyorum. Mehmet Altan, Ali Bayramoğlu ve Orhan Gencebay ile günışığı görmemiş lakırdılar etmiştik. Bir ara da, jübilesini yaptıktan sonra ortalıktan kaybolan Galatasaray’ın efsanevi futbolcusu Büyük Mehmet’in peşine düşmüştüm. Uzun araştırma ve uğraşılardan sonra kendisini tam röportaj yapmaya ikna etmiştim ki, birden izini kaybetmiştim.
Bu yazıyı yazarken, yukarıda sözünü ettiğim sevincimdeki buruk tat, neşeli bir şapırtıya dönüştü. Hasetim dağıldı. Son sayıdaki künyelerine bakıp, adı geçenlerin hepsine selam gönderdim içimden.
Esin Dalay
Benim yeniHarman’ım, hepimizin yeniHarman’ı
yeniHarman çıktığı günden beri hep izlediğim bir dergi oldu. Bundan bir süre öncesine kadar, Beyoğlu’ndan gece yarılarında eve dönerken tam o Taksim Meydanı’na çıkıştaki, tiyatronun yanındaki gazeteciye uğramak ve “yeniHarman geldi mi” demek, sonra çocuğun dergiyi şöyle bir ikiye katlayarak uzatması bizim için büyük sevinçti.
Ne kadar zilzurna olursak olalım, o bizim ritüelimizdi. Mutlaka he aybaşı uğrardık, bulamadık mı da sıkı dellenirdik. Ama dergiyi alıp da kendimizi eve attığımızda, hemen şöyle bir yatağa kurulur ve dergiyi baştan sona tarar ve tartışmaya girişirdik…
Evet, artık o ritüelimiz yok, çünkü o adam yok… Ama olsun, yeniHarman hala var…
Üstelik o yeniHarman’a iş yapan insanlardan biri de benim şu sıralar…
Sevgili yeniHarman çalışanları hepinize gerçekten de çok teşekkür ediyorum. Yaptığınız dergi için, değeri kendinden menkul medyanın dışında da bu işi yapmak isteyen insanlara da böyle bir alan yarattığınız için ve en önemlisi gerçekten okumak, öğrenmek isteyen insanlara yeniHarman’ı verdiğiniz için…
Son bir şey daha söylemek istiyorum. Bana yeniHarman’da yazma fırsatı verdiği için, beni yüreklendirdiği için özellikle Kutlu’ya çok teşekkür ediyorum. Ve bir şey daha, lütfen yeniHarman hep olsun…
Şimdi gelelim istediğiniz 100. sayı yazısına…
100 sayı demek aşağı yukarı 8 senelik bir mazi demek…
yeniHarman bence içerik açısından hiç kimsenin el atmaya cesaret edemediği konulara, olaylara, kişilere el atan, kimsenin söyleyemediklerini söyleyen, ayrıksı duruşuyla belli bir kitle tarafından takip edilen bir yayın.
Ama bence bütün bu artılarının yanında çok önemli bir eksisi var. O da pek çok insana ulaşamaması, 100. sayıya geldiği bugün bile hala yeni harman sigarasıyla karıştırılması…
Medyanın kendi çıkarları doğrultusunda tek bir ses haline geldiği bu ortamda yeniHarman bu ciddi muhalif duruşuyla çok önemli bir yere sahip. Ancak bu dergi, sadece kendisi gibi düşünenlerin, hissedenlerin, kendisi gibi muhalif olanların dergisi olmamalı.
Sanırım buradaki önemli eksiler tanıtım ve dağıtım. Bırakın Anadolu kentlerini, İstanbul, Ankara, İzmir gibi üç büyük kentin birçok yerinde bile hala bulunamıyor olması önemli bir eksiklik.
Bir diğeri, derginin dış görünümünün 18-25 yaş kuşağa hitap eden bir format taşıması, diğer yaş gruplarının dikkatini çekmemesi, sadece rastlandığı, ya da söz konusu edildiği zaman duyularak alınması böyle önemli içeriğe sahip yeniHarman için ciddi bir handikap.
Bundan sonra bence yapılması gereken bu vazgeçilemez muhalif duruşu, haberciliğini daha da ön plana çıkararak, bomba haberler!le desteklemesidir.
Kağıt ve baskı kalitesi iyileştirilirse -maliyetini bilmeden ahkam kesmiş olmak istemem ama en azından ellerim kapkara olmadan okumak istiyorum- iyi olur.
Muhalif duruşu nedeniyle çalışamayan yerli ve yabancı gazeteci ve yazarlara daha çok yer verilirse, sesini duyuramayan kitlelere daha çok ulaşılacak ve böylece daha çok okur da olacaktır.
Benim yeniHarman’ım hepimizin yeniHarman’ı olsun…
Ahmet Sümbül
Diyarbakır'da yeniHarman
yeniHarman Dergisi ilk çıktığında Diyarbakır'da pek tanınmadan sessiz sedasız kentin belirli iki üç ana gazete ve dergi bayiilerinin tezgahında yerini aldı. Haftalık, aylık süreli yayınlar gibi... İlk aylarda kimileri yeniHarman'ı nostaljik sigara markası ile karıştırsa da, geçen aylarda yeniHarman'daki yazı, fotoğraflar, röportajlar, yorumlar ve haberler buradaki okuyucunun da ilgisini çekti ve çekiyor hâlâ. Kentteki hatırı sayılır LeMan okurunun da katkıları, yeniHarman'da çıkan haberler ve yazılar zaman zaman Diyarbakırlıların ilgisine neden oldu. Dergi sayfalarında yazar-sanatçıların yansıyan tartışmaları, polemikleri ve röportajları diğer okuyucular gibi Diyarbakır'daki okuyucuları da yeniHarman'da buluşturdu. Bir, bir buçuk yıl önce yeniHarman kentte ancak iki üç ana bayii raflarında yer alırken, şimdi kentin ana bayiiler dışında birçok semtindeki gazete ve dergi bayiilerinde de yerini almış durumda. 100. sayısında yeniHarman'a ve emeği geçenlere sevgiyle duyurulur.
Yusuf Yavuz
Yüzde yüz
yeniHarman’la kişisel yolculuğum başlayalı da neredeyse üç yıl olmuş. Yani yılları, ayları, sayıları saymamışız. Buna ihtiyaç duymamışız. Yoldayken saymazsınız. Aslında yeniHarman’ın özeti bu. Eskiyle yeniyi, geçmişle günceli, yerelle evrenseli aynı çerçevenin içinde; insanla buluşturan bir dil. Kökleri çok eskiye dayanan yeni bir dil. Bir vicdan muhasebesi. Türkiye’nin özeleştirisi, medya pavyonunun bıçkın delikanlısı, bir İstanbul Çelebi’si yeniHarman.
Yazarı olmakla, okuru kalmak arasında hiçbir ayırımın olmadığı duygusu veren bir anlam bütünlüğü. Gazete gibi dergi, dergi gibi gazete. Taşra bayilerinin kafa karışıklığı. Mahallenin abisi, sokak mobilyalarının varaklı süsü. Her iki sayıda bir “daha çok insana ulaşsın” diye hayıflandığımız, enerjisini cömertçe toprağa gömen haber, bilgi ve belge dopingi. Matbuat aleminin Amok koşucusu. Sosyal adaletin evrensel savunucusu, dünyanın yerli dili. Iraklı anaların vicdanı, Lübnanlı kara gözlü çocukların içli komşusu.
Mail Büyükerman, Selçuk Parsadan, Halil Bezmen, Hakan Albayrak, Mete Çubukçu, Banu Acun, Emin Şirin, Yalçın Küçük, Ceza, Bayhan, Melike... Yazıp çizenleri saymıyorum; Türkiye’nin özeti, Anadolu’nun kara kutusu yeniHarman! On yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, bu ülkede neler olup bittiğini anlamaksa sorumuz; bu kara kutunun sayfalarını çevirmektir cevabı.E daha ne olsun; yüzde 100 Türkiye, yüzde 100 yeniHarman!
Timur Danış
Dizlerimin üzerine çöktüğüm an!
2003, 1 Mart’ına doğru yürüyordum. Bolu’yu geçmiş, Ankara’yı önüme almıştım. Önceki günlerde,savaşgan şerefsiz medya tüm alçaklığı ile önüme çıkmış, yalanla dolanla beni yolumdan etmek istemişti. Tam da bu sırada, yeniHarman’ı yolda buldum; kapağında oğlumla resmim vardı.Dizlerimin üzerine çöktüğümü hatırlıyorum; hiç bir kitabın önünde eğilmeyen ben, dergim ve yol; mutluydum. yeniHarman ve ben muazzam bir savaş karşıtı hareket 1 Mart’da, Ankara’da savaşı durdurmuştuk.
Yusuf Özkan
100 bin kere maşallah!
Sen hep var ol yeniHarman. Vahşi kapitalizmin,"globalleşme" adı altında her şeyi silip süpürdüğü bir ortamda, yel değirmenlerine karşı yalınayak, başı kabak çarpışan, bağımsızlığından, doğrulundan, dürüstlüğünden ödün vermeden, samanları havaya savurup, kehribar sarısı taneleri ortaya dökmeyi hep sürdür. Nice 100. sayılara yeniHarman.
Elif Nurşad
Böcek
İşte Harman’ın yüzüncü sayısı için ürettiği -Bok Böceği Puksinita-...
Bizimle beslendi, şimdi o da aramızda, o da bezden, o da astigmat...
Daha neler neler görceez... Nice yıllara.
Elif Kaleli
yeniHarman üzerine
yeniHarman’da söylenen her sözün, yazılan her satırın ayrı bir samimiyeti var. Şiş gözlerle yetiştirilen bir yazı, sohbet arasında ortaya çıkan yeni bir fikir ve tabii ki, dergide sabahlayan arkadaşların özverisi 100. sayıya kadar getirdi dergimizi. yeniHarman, benim için bir oksijen çadırı. Tıpkı üniversite kantininde yapılan çıkarsız dost sohbetleri gibi, aynı olaylar karşısında aynı duyarlılığı, aynı acıyı, aynı coşkuyu paylaştığımız o günlerdeki gibi, yaşama anlam ve sevgi katan, kocaman bir kaosta birbirini belki tesadüfen bulan insanların kırk yıl tanışıyormuşçasına kenetlendikleri bir çatı. yeniHarman, daha uzun yıllar daha da çok insanı içine alarak, gençler için bir buluşma noktası olmaya devam edecek. Kendini ifade edecek bir alan arayan, insanca yaşamın, barışın, kardeşliğin ve paylaşmanın gereğine inanan herkesin, okuyarak ve yazarak kendinden çok şey bulacağı ender dergilerin başında geliyor yeniHarman. Ve tabii ki, beni Harman nüfusuna katan Sevgili Kutlu, yıllardır yeni sayısını sabırsızlıkla beklediğim LeMan, her şeyden önemlisi her sayıda bizi yalnız bırakmayan sevgili okurlar, yeniHarman’ı var ettiğiniz için çok teşekkürler. Hala yüreğim çarparak elime aldığım, heyecanla sayfalarını çevirdiğim bu dergi, “Hala umut var!” dedirtiyor bana, daha ne olsun?
Cezmi Ersöz
Hayranlıkla izliyorum
Ülkemizdeki egemen basın ne işe yarar gerçekten?
Öncelikle yaşananları, olanları saklamaya dahası gerçekleri çarpıtmaya...
Olan biteni, asıl nedenlerinden kopartmaya...
Yani sahte bir bilinç yaratmaya yarar.
Egemen medya insanların ufkunu karartmaya, algılarını körleştirmeye yarar...
Yani zalimliği ve düzenbazlığı meşrulaştırarak kendisine inananları suç ortağı yapmaya yarar.
yeniHarman’ın egemen medyanın insanlarımızı bu büyük suça ortak etmesine karşı duruşunu hayranlıkla izliyorum.
Aslında olması gereken, yeniHarman’ın yaptığı elbette. O zaman niye hayranlık duyuyorum.
Çünkü yeniHarman gibi yayınlar, ülkemizde artık o kadar az ki...
Barış Mutlu
Adaların mevsim değiştikçe geri döndüğü çiçek pırlantaları...
Yanlışa tuhaf bir iltiması vardır...
Düzensiz insana kendini sınırsız güvende hissettiği için özenilir. yeniHarman’da bu gizli cazibesini muhafaza halindedir. Ayrılık sevdaya, yanlış da doğruya dahildir...
İkinci Dünya Savaşı’na toslamış Alman edebiyatçısıdır. Haberini almış bir SS subayı hep hazırdır... Burjuva gazetelerinden müteşekkil cepheye sık yollanır. Lakin birkaç ayı dolmadan yine kaçar...
Hızlıdır. 0-100 km’sine başka dergiler yanaşamaz. UEFA Kupası bu sayfalarda kırılır, başka sofralara bir sene sonra düşer.
Zaman geçirmeden degaj yapan Anadolu kulübüdür. Götü hep büyük takımlara kalkar... Şampiyon mu olacak, ya da finale mi kalacak? Hayır, ligi bambaşka bir boyuttadır…
Dünyanın her yerinde gözü kulağı vardır, her köşesinde aklı kalır.
Bazı şeyler vardır ki, sadece Harman görür...
Sao Paolo’nun Trianon Park çaprazında sıralanan Cheylangel mağazasıdır. Pülümür’ün Göbürge köyünde tası tarağı toplayan bir eski emeklidir...
En güzel partileri verir. Zamana uzun bir salıncak kurar...
Beatles’ın bilinmeyen parçasıdır. Herhangi bir müzayede hiçbir açık artırmayla sahibi olamaz...
Haincesine güzeldir. Sahici bir kuşkuyla bağlanmak gelir insanın içinden...
Chavez’e ilk uyanandır... Devrimin kokusu gelse acayip ışıklar yanıp sönmeye başlar yüzünde...
Bir kokudur... Adaların mevsim değiştikçe geri döndüğü çiçek pırlantaları...
Bir iz ki, öteki güzelliklerin tümünü tamamlar.
Yağmurludur, yağmurlu havada yağmurluğunu satmış kadar olur...
Tebdili kıyafet gezer... Arka koltuktan bir Beşiktaş uzatır, vapur sırasında hakkınızı yer, sizi karşıdan karşıya geçirir...
Sürprizi bol bir dost dokunuştur. Stuttgart Haupt Bahnhof’ta rastlarsınız, kaçırdığınız bütün trenleri unutturur...
Ne gün karşınıza çıkacağı belli olmaz. Sağı solu bellidir ama...
Diego Armando Maradona’dır. İngiltere’yi takım adalarıyla birlikte çalım manyağı yapar. Fakat yeri gelir, eliyle atar.
Yıldırım Gürses’tir. Bursa’da ses kralı seçilerek başlar işe, “sonbahar rüzgarları”yla eser, “mazideki aşk”a dönüp bakmaz, “son mektup”la bitirir. Bazen sadece boğazın temiz havasını çekersiniz ciğerlerinize; yine de başınız döner. Bu yeniHarman’dır...
Banu Acun
Adı Gibi “yeniHarman”
Yektir, müstesnadır. Tavlada ise şeşyek’tir. Hem “yeni”, hem de “harman”dır. Harman’dır çünkü bu kadar fikren benzersiz ve benzemez (Bkz: Mihri Belli) (Bkz: Yalçın Küçük), bu kadar farklı yaş grubunda yazarı (Bkz. Eflatun Nuri) (Bkz .Barış Ünal- Elif Kaleli) bir arada barındıran başka bir dergi yoktur. “yeni” dir çünkü kendi gündemini yaratır. Bu dergiye Yalçın Küçük de kapak olur Karagöz’de... Ama hangi yazının, hangi röportajın kaç sayfa kullanılmış olabileceğini “sıradan” bir gazeteci asla tahmin edemez! “Bol Dumanlı” sloganı işte bu noktada cuk oturur! “Filtresiz” olduğu ise kesinlikle doğrudur.. Bu kadar mı ayarsız ve cesur olunur? Radikal gazetelerin bile yayınlamaya çekindiği kimi dosyalarımın (bkz. Türkiye’de Vietnam Sendromu) noktasına virgülüne dokunmadan tefrika edildiğini bilirim. Can Dündar ve Rıdvan Akar’a, birlikte hazırladığımız Karaoğlan belgeselinin kitabını yayınladıkları için “ölü gömücü” dendiğini de...(not: Bülent Ecevit 6 aydır yaşıyor.)Zaman zaman kızsam da kanımca bu ,“kafa karışıklığı”ndan çok “hakiki” bir çokseslilik... yeniHarman’ı yek ve müstesna yapan da bu özelliği. Okuduğunuz dergi başka bir medya mümkün diyenlere sunulan “yeniHarman” bir alternatif. Tembellikten sürekli yazanlar kervanına katılamasam da, “fikri hür- vicdanı hür” dergi kadrosuna her sayıda okuyucu olarak şapka çıkarıyorum. Derginin yazı işleri müdürüne (Ayhan Erdoğan), görsel yönetmenine (Tanzer Ercanpolat), şef redaktör (Tuncay Akgün) ve şef redaktör yardımcısına (Kutlu Esendemir) her ay şeşyek atıp 6 kapısını kapattıkları için minnettarım efenim...
Hakan Gülseven
Cüretkar ve pervasız bir harman!
yeniHarman’ın ilk çıkış dönemini hatırlıyorum. Aslında dergiyi çıkaran ekibin içine, kıyıdan da olsa dahil olmuşluğum var. Buna rağmen ilk sayıların nasıl çıktığını bir türlü anlayamadım. Yani son geceye, hatta gece yarısına kadar ortada yapılmış tek bir sayfa olmuyordu, sabah gazeteye gitmem gerektiği için dergiden çıkıp uyumaya yollanıyordum, ertesi gün dergi matbaaya bir şekilde yollanmış oluyordu. Cin-peri işi gibi… Bir Tuncay Akgün – Murat Toklucu harmanı olarak çıkan o ilk sayılar, bence dergicilik tarihine geçecektir. Ortada bambaşka bir deneme vardı çünkü. Ve bu deneme içinde Murat Toklucu’nun hakkını teslim etmek lazım. Değişik bir arşiv tutan, başka bir şey yaratmak için kafa patlatan enteresan bir adam…
Tabii benim için yeniHarman’ın çok kişisel bir durumu da var. O sırada Radikal’de çalıştığım için, sözleşmem gereği kendi ismimle yazamıyordum dergide. “İmzayı Hakan G. diye atarım” dedim, laf arasında, “Hakan G. Kırıkkanat” diye de kendi kendimle kafa yapmaya başladım. Fakat arkadaşlar hakikaten Hakan G. Kırıkkanat diye koydular imzayı. Böylelikle Mine hanımla bir süreliğine akrabalaştık da… O günden beri kendimi yarı Fransız sayarım. Mangal muhabbetini seven bir yarı-Fransız!..
yeniHarman’ın 100 sayı çıkmış olması kanaatimce ciddi bir başarıdır. Daha ilk sayıdan itibaren, ciddi habercilik başarıları vardır ortada. Murat Toklucu dergiden ayrıldıktan sonra, ister istemez ortaya başka bir şey çıkmıştı. Yani yeniHarman rota değiştirmişti. Ama bu ciddi habercilik başarıları devam etti. Dergi Kutlu’nun editörlüğünde, büyük patron medyasının referans verdiği haberlere imza attı. Kutlu esas olarak iyi bir haberci çünkü. İşi kokluyor, ensesinden tutup çıkarıyor, önümüze atıveriyor ve sonra, “Bu adam bu haberi yapmayı nasıl becerdi?” diye düşündürtüyor…
yeniHarman’ın sırrı ‘cüret’tir. Bu ‘cüret’in bazen iyi, bazen de kötü bir şey olduğunu düşünsem de, aslan payının Tuncay Akgün’de olduğu kanaatindeyim. Herkesin dengeleri kolladığı bir satıhta, ‘pervasızlığı’ özendiren bir hat izlemek, yeniHarman’ın sayfalarını ‘pervasızca’ o dengelerin üzerine sürmek gerçekten cüret gerektiriyordu.
Bu işin bazen kötü bir şey olduğunu düşünmem ise, yeniHarman’ın benim ‘milliyetçi’ ve ‘oryantal’ tabir ettiğim kafalara da açılmasından kaynaklanıyor. Sonra, Yalçın Küçük’ün Subuti Emmi hikayelerine de, şöyle söyleyeyim, hiç ısınamadım. Sınıflı toplumların bugüne kadar getirdiği, Osmanlı’nın 700 yıllık ceberut devlet geleneğiyle harmanlanan dandik bir rejimin ardında gizemli bir tarikat aramaktan ziyade, işi dosdoğru sınıfsal analizlerle ortaya koymak gerekir çünkü. Ama tabii komplosever bir okur-yazar topluluğuna bu kadar yalın bir tarzla giderseniz, işin çok da çekiciliği kalmaz. Yalçın Küçük bu bakımdan müthiş bir çekicilik, hatta eğlence alanı yaratıyor, bir bakıma, kasabalarda önüne gelene söven zeka seviyesi yüksek rahatsızlar gibi bir neşe alanı oluşturuyordu. Ama bu neşe alanı aynı zamanda bir bilinç bulanıklığı alanıdır da… Bu yüzden, o neşe alanı bende dönem dönem kızgınlık biçiminde açığa çıkmıştır. Ama elbette sevilen bir şeye kızgınlık gibi…
100 sayıyı devirmiş bir dergi olarak yeniHarman artık bu topraklarda hususi kokulu bir yer edinmiştir. Allahı gelse bu gerçeği değiştiremez. Mevcut durumda yeniHarman habercilik damarından ilerlemelidir; misyonu bence bu olmalıdır. En kuvvetli olduğu yanını, cüreti ve pervasızlığı hayırlara vesile etmelidir. Patron medyasının asla yazamayacağı şeyleri, yayımlayamayacağı haberleri, o medya plazaların tepelerinde oturan yüksek maaşlı patron borazanlarının suratına suratına çarpmalıdır. Ki biz de çorbada tuzumuz oldu diye öğünebilelim…200. sayıda görüşmek üzere…
Amberin Zaman
Tuncay ve arkadaşları beni utandırdı
Dört yıl önce Tuncay Akgün bana yeniHarman'ı hayata geçireceğini söylediği zaman acayip gülmüştüm, bir yandan da üzülmüştüm. Bu kadar emek, yatırım, muhabirlere sunulan umutlar ve ardından geleceğine emin olduğum oldukça hızlı ölüm. Tuncay ve arkadaşları beni utandırdılar. Neyse ki, yeniHarman'ın bebeklik döneminde bizim de ufak da olsa bir katkımız oldu. Muhabiri olduğum The Economist'in dışında en sevdigim dergi desem mi acaba?