AKP’nin şöyle ya da böyle gasp ettiği gazetelerinden Star
gazetesinin başyazarı (başka deyişe Medya Grup Başkanı) Mustafa
Karaaalioğlu’nun “Türk Solu PKK sayesinde mi ayakta duruyordu?” (25 Mart 2013,
Star) başlıklı bir makalesi çıktı. yeniHarman’dan
ve dışarıdan arkadaşlar Mihri Belli’nin görüşlerini saptırma yoluyla ona hakaret
edildiği konusunda uyardılar ve bir cevap yazısı kaleme almamı istediler.
Sözü geçen yazıda, Orhan Miroğlu’nun bir kitabında sanırım (o
da Şemdin Sakık’ın ifadelerinden ya da dolaylı bir duyumla naklettiği imal
edilmiş bir hikayeye göre) Sakık yakalanmadan, -yani PKK tarafından Barzani’nin Peşmerge kuvvetleri aracılığıyla Türk
Özel Kuvvetlerine teslim edilmesinden birkaç ay önce- Mihri Belli ve Abdullah
Öcalan oturmuş konuşuyorlarmış. Apo, Sakık’ı çağırıp sözüm ona “Mihri
görüyorsun işte, Şemdin bile ‘savaş tıkandı, bu savaşla artık bir sonuca
ulaşamayız, farklı bir yol izlemeliyiz diyor. Belli ki o da savaşın bitmesini
istiyor, sen ne dersin. Ona biraz akıl veremez misin?” demiş ve Belli
de kekeleyerek hem de “Nasıl olur Şemdin, bu savaştır Kürtleri var
eden. Bu savaş sayesinde Türk solu hala ayakta duruyor. Sen nasıl olur da
savaşın bitmesini istersin. Bu kadar emeğe, bu kadar çabaya yazık olmaz mı?”
diye cevap vermişmiş…
Bu teslim olayı Türkiye kamuoyuna bir kahramanlık hikayesi
gibi sunuldu, hatta operasyonu yürüten komutana “Yarasa Operasyonu” diye kitap
bile yazdırıldı ama, o günleri iyi izleyenler bilirler… Aylar öncesinden Şemdin
Sakık, Öcalan tarafından ve Kürt kamuoyunda,
Gündem gazetesinde, Roj TV’de
açık açık provokatör diye teşhir edildi. 33 erin infaz emrini verip o dönemdeki
ateşkesin sona ermesinden sorumlu tutuldu. Başka bir sürü hataları ortaya
serildi… Sonra da Barzani peşmergelerinin kontrol ettiği bölgeye yollanarak oradan Türk Özel
kuvvetlerinin -herhalde ihbar da edilerek- alınması sağlanmış. Peşmergelerin de
işin içinde olması kimseyi şaşırtmaz herhalde…
Yani belirtilen tarihte Şemdin çoktan gözden düşmüş,
dolayısıyla Belli’ye gösterilmesi de pek mümkün değil. Ayrıca bu Mihri Belli-Öcalan
buluşmasının Güney Fransa’da gerçekleştiği ilan edilmiştir. En azından
televizyonda ve üstüne yayınlanan kitapta. Ama 1997 sonbaharı önemli bir
tarihtir:
Çünkü o tarihte Mihri Belli ve Öcalan’ın kayıtlara geçmiş, bilinen ikinci buluşmasıdır.
(birincisi 1982’de “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” kuruluşundadır) Bir haftaya yakın süren görüşmelerin birkaç
gün içinde televizyonda toplam 7 saat
yayınlandığı söylenmiştir. Daha sonra bu görüşmeleri Alternatif
yayınları “Büyük Dönüşüm” başlığı altında bir kitap olarak yayınlamıştır.
Evet o yayın incelendiğinde bize, Türkiye kamuoyuna Abdullah
Öcalan hakkında “yakalandıktan sonra görüşlerinin değiştiği” biçiminde
anlatılan şehir efsanesinin külliyen yalan olduğu ortaya çıkar. Daha o tarihte,
Barış ve Birlik hedefi ile Mihri Belli’yi temsili Türk muhatap olarak karşısına
oturtup “Türk-Kürt kardeşliği”, “Türkiye devriminin birleşik olduğu”, “PKK’nın
ayrı devlet hedefinin olmadığı” vs. gibi bugün yeni sanılan çizginin
esasen taa o zaman yakalanıp İmralı’ya konmak: söz konusu bile değilken çizildiği
açık ve net biçimde ortadadır. Evet, bu görüşmeler sanki Öcalan’ın mahkemedeki
savunmasının temeli, bugünkü Nevroz metninin geniş bir açılımı
gibidir. Aslında Suriye’den sürülüp sonunda Türkiye’ye teslim edilmesine neden
olan süreç de bu açılım yüzünden başlatıldı. Ve Apo’nun bu “kardeşlik” diyen projesi,
-özellikle ayrı devletçi Barzani
çizgisinin ve onun müttefiki İsrail ve NATO’nun harekete geçip- Öcalan’ın
“uluslararası komplo” diye adlandırdığı sürecin başlamasına neden oldu.
Mihri Belli’nin 12 Eylül sonrası -88’lerde demeç vermeye
başlamasından itibaren- kalemi her oynatışında, mikrofonu her alışında tabu
sayılan Kürt sorununa tereddüt etmeden
değinip, savaşanların gönüllü birlik temelinde anlaşarak
savaşı durdurmalarını (devletin ve gerillanın), Apo’dan daha iyi muhatap
olamayacağını, bunun bir fırsat olduğunu açık açık dile getirmiş. Ve hakkında defalarca
dava açılmıştır.
Bir tek “barış” dediği için. Ben kendim DGM hakiminin
sorularını hatırlıyorum, “teröristle barış demek bölünmeyi savunmak demek değil
mi?” diye Belli’ye soruluyordu eski Beşiktaş DGM’de. O da “bu anlaşmaya gidilse
Misak-ı Milli sınırları daralmaz,
olsa olsa genişler” diyordu aynen bugün sözü edildiği gibi. Tabii onun
bahsettiği, NATO-İsrail hesabına bir genişleme de değildi, Türk-Arap-Kürt
halklarının HOP (Halkların Ortadoğu Projesi) kapsamında birleşmesi idi.
Peki, Mustafa Karaalioğlu gibi bir gazete egemeni olmasına
rağmen, tecrübeli, yanında birçok asistanı olduğu ve bilgi topladığı muhakkak
olan, hatta devletin bazı birimlerinin de servis verdiği biri, Mihri Belli’nin
görüşlerini hiç mi bilmez? Mihri Belli Son 20 yılda Kürt sorunundaki tutumuyla
öne çıktı. Hiç mi Gündem gazetesinde,
Odak dergilerinde ve yeniHarman’larda çıkan makaleleri
okumamıştır? Eğer okumamış ise kendi gazetesindeki kalem arkadaşları Fehmi Koru ve Ahmet Taşgetiren onun bu yazıyla yalancı durumuna düştüğünü
söylerler umarım. Ne de olsa artık onlar akil insan oldular! Bu pozisyonda
dürüstlük her şeyden önemli sanırım.
Evet, şaşırmaya gerek yok; şahitlerim Fehmi Koru ve Ahmet
Taşgetiren… 2005 yazında Mihri Belli,
Irak’ın işgali ve teskere ile ilgili işgal öncesi İslamcı cenahtaki yazarları
takip etmiş ve dönem sona erince teskereye karşı çıkan AKP yanlısı iki yazarla
görüşme talep etmiştir. Fehmi Koru da Ahmet Taşgetiren de Belli’nin Erenköy
deki evine tek tek, ayrı zamanlarda geldiler. Belli, onlara Kürt sorunun
barışçıl çözümünün mümkün olduğunu, Kürt hareketi ile ve antiemperyalist olan Apocu
çizgi (işbirlikçi Barzani çizgisi ile değil) ile muhatap olunması gerektiğini
söyledi. Her ikisi de görüşmeden kendi sütunlarında söz ettiler ama dialog ve
müzakereyi açık açık savunmadılar. Kendileri için sakıncalı bulmuş olabilirler tabii
o zaman. Barışı ve müzakereyi savunmak bugünkünden biraz daha cesaret gerektiriyordu
o günlerde. Henüz izin de çıkmamıştı tabii NATO’dan…
Peki bugün, neden AKP bu gerçeği gizlemek istemektedir? En
azından 1997’den beri Apo aynı çizgidedir (aslında çok daha önceden, Özal
ölmeden de önce), o tarihte Bekaa’dadır ve örgüte hakimdir. Bugün devletin
müzakere politikası o zaman benimsenseydi en azından daha önce barışa
ulaşılırdı. Bu gerçeği AKP gizlemek istiyor, çünkü en azından 1997’den beri
Türk ordusunun askerleri ve Kürt gerillaları boşuna ölmemiş olacaklardı da
ondan… Çizgi aynı çizgi ama bugüne kadar hükümetler ateşkes ilanlarını
duymazdan geldi, Öcalan’ın ilan ettiği “eşitlik ve özgürlük temelinde gönüllü
birlik” çizgisini de duymazdan geldiler. Türk halkının bunu öğrenmesinden
korktular ve amiral, yandaş, boyalı vs tüm medya da çarpıttı, savaş
kışkırtıcılığına devam etti.
Bu, muhatap almama, oyalama, Kürtlerin “çürütme” dediği ama
bence Türk halkına yalan söyleyip, kandırıp savaşa
yedekleme politikası istisnasız tüm hükümetler tarafından yürütüldü. Devletin
yapısı belki başka türlüsüne izin vermiyordu ama DSP-CHP, DSP-MHP-ANAP, ve son
10 yıldır da AKP, bütün iktidarlar aynı politikayı güttü.
Buna devletin terör konusundaki kökten yanlış teşhisi denilebilir
ama adı 12 Eylülcü ideolojidir, özünde politik sivil kontrgerillacılıktır. Yani
tüm iktidarlar ve bazı kurumlar, aynı oranda suçlular, Ergenekon’un hapisteki
ulusalcı kanadından ya da savcıya bilgi veren NATO’cu kanadından olmaları bir
şey fark etmiyor… AKP, devletin ve de kendinin bugüne kadar bu işte politik
olarak yanlış, halkı kandırıp çatışmayı uzatma konusunda da suçlu olduğunu
gizlemek telaşındadır. Ama bu açığa çıkarılamadan da bugüne kadar kandırılmış
ve savaşa yedeklenmiş Türk kamuoyu zor ikna edilir barışa. O yüzden barışa ikna
çalışmasını Batı’da yapmak gerekli diyoruz.
Şu anda süreci doğru kavrayan, detaylara boğulmayan, gerektiğinde
eleştirip uyaran bir Türk Solu vardır. Ve Newroz metnine değişik eleştiriler ve
bazı kaygılar olsa da barışa tümden destek söz konusudur. Ama en çok da bundan korkulmaktadır.
Yalnızlaştırılmış bir Kürt hareketi devlet suçlarının özeleştirisi olmasa bile bu
suçların aleme ilanı olmadan barışın gelemeyeceğini savunamayabilir. Öncelikli
sorunu çatışmaların durmasıdır. Kürt sorunu çözümü bağlamında bazı hakların
alınmasıdır. Kontrgerillacı anlayışı tasfiye etmeyi zorlayamayabilir. Ama Türk
Solu, 12 Eylül ideolojisi toplum nezdinde teşhir ve pespaye edilip tasfiye
olmadan terörsüzlüğün ve barışın güvencesi olamayacağını savunabilir. Teröre
başvurmak durumunda kalanların, gerek 1970’te gerek 1980 öncesi ve de
sonrasında devlet içi egemenlerin (çetelerden fazlası idiler) kışkırtıcı tutumu, işledikleri ve
işlettirdikleri suçlar nedeni ile, faili kasıtlı bulunmayan faili meçhuller
nedeniyle, silaha başvurmak zorunda kalanların onları kıstıranlar kadar suçlu
olmadıklarını anlatabilir.
Kürt hareketi ile Türk solu arasına nifak tohumu sokmak esas
olarak Türk kontrgerillasının olduğu gibi onun bağlı olduğu NATO - İsrail ile tıpkı
Orhan Miroğlu örneğinde görüldüğü gibi
işbirlikçi Kürt çevrelerinin ana siyasası olmuştur. Şu anda korkulan budur ve Karaalioğlu da buna hizmet ediyor
olduğunu görmeli. Miroğlu Kürt yayınlarında yazdığı dönemlerde daha “cahş” ilan
edilmeden önce şiddetli ve küfürlü bir dille anti-Mihri Belli makaleler
yazıyordu bir dönem. Aslında amaç Belli’yi karalamak yoluyla onunla paralellik
kuran Öcalan idi tabii ki… Muhatabına vurarak dokunamadığın öndere saldırma söz konusu idi.
Bugün sureti haktan görünen Miroğlu gibilerinin o günlerde “ayrı devlet yerine neden gönüllü birliğe
razı oluyoruz, Güney Kürdistan’a bağlı ABD’nin 52’inci cumhuriyeti olmalıyız,
Apo buna gölge etmemeli” hedefi, niyeti ile içten içe karalama
kampanyalarını nasıl becerdiklerini ve muhakkak çok daha fazla kana mal olacak kimlerin
hangi hesaplarına hizmet ettikleri artık hepimizin malumu olmalı…
Hayrettin Belli | yeniHarman