1.5.13

AKP neden solu barışa karşıymış gibi göstermek istiyor? Hinlik nerede?


Mihri Belli'nin görüşlerini çarpıtarak yazan Mustafa Karaalioğlu'na Hayrettin Belli yeniHarman'dan yanıt verdi ...





AKP’nin şöyle ya da böyle gasp ettiği gazetelerinden Star gazetesinin başyazarı (başka deyişe Medya Grup Başkanı) Mustafa Karaaalioğlu’nun “Türk Solu PKK sayesinde mi ayakta duruyordu?” (25 Mart 2013, Star) başlıklı bir makalesi çıktı.  yeniHarman’dan ve dışarıdan arkadaşlar Mihri Belli’nin görüşlerini saptırma yoluyla ona hakaret edildiği konusunda uyardılar ve bir cevap yazısı kaleme almamı istediler.

Sözü geçen yazıda, Orhan Miroğlu’nun bir kitabında sanırım (o da Şemdin Sakık’ın ifadelerinden ya da dolaylı bir duyumla naklettiği imal edilmiş bir hikayeye göre) Sakık yakalanmadan, -yani PKK tarafından Barzani’nin Peşmerge kuvvetleri aracılığıyla Türk Özel Kuvvetlerine teslim edilmesinden birkaç ay önce- Mihri Belli ve Abdullah Öcalan oturmuş konuşuyorlarmış. Apo, Sakık’ı çağırıp sözüm ona “Mihri görüyorsun işte, Şemdin bile ‘savaş tıkandı, bu savaşla artık bir sonuca ulaşamayız, farklı bir yol izlemeliyiz diyor. Belli ki o da savaşın bitmesini istiyor, sen ne dersin. Ona biraz akıl veremez misin?” demiş ve Belli de kekeleyerek hem de “Nasıl olur Şemdin, bu savaştır Kürtleri var eden. Bu savaş sayesinde Türk solu hala ayakta duruyor. Sen nasıl olur da savaşın bitmesini istersin. Bu kadar emeğe, bu kadar çabaya yazık olmaz mı?” diye cevap vermişmiş…

Bu teslim olayı Türkiye kamuoyuna bir kahramanlık hikayesi gibi sunuldu, hatta operasyonu yürüten komutana “Yarasa Operasyonu” diye kitap bile yazdırıldı ama, o günleri iyi izleyenler bilirler… Aylar öncesinden Şemdin Sakık, Öcalan tarafından ve Kürt kamuoyunda, Gündem gazetesinde, Roj TV’de açık açık provokatör diye teşhir edildi. 33 erin infaz emrini verip o dönemdeki ateşkesin sona ermesinden sorumlu tutuldu. Başka bir sürü hataları ortaya serildi… Sonra da Barzani peşmergelerinin kontrol ettiği  bölgeye yollanarak oradan Türk Özel kuvvetlerinin -herhalde ihbar da edilerek- alınması sağlanmış. Peşmergelerin de işin içinde olması kimseyi şaşırtmaz herhalde…

Yani belirtilen tarihte Şemdin çoktan gözden düşmüş, dolayısıyla Belli’ye gösterilmesi de pek mümkün değil. Ayrıca bu Mihri Belli-Öcalan buluşmasının Güney Fransa’da gerçekleştiği ilan edilmiştir. En azından televizyonda ve üstüne yayınlanan kitapta. Ama 1997 sonbaharı önemli bir tarihtir:

Çünkü o tarihte Mihri Belli ve Öcalan’ın  kayıtlara geçmiş, bilinen ikinci buluşmasıdır. (birincisi 1982’de “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” kuruluşundadır)  Bir haftaya yakın süren görüşmelerin birkaç gün içinde televizyonda toplam 7 saat  yayınlandığı söylenmiştir. Daha sonra bu görüşmeleri Alternatif yayınları “Büyük Dönüşüm” başlığı altında bir kitap olarak yayınlamıştır.

Evet o yayın incelendiğinde bize, Türkiye kamuoyuna Abdullah Öcalan hakkında “yakalandıktan sonra görüşlerinin değiştiği” biçiminde anlatılan şehir efsanesinin külliyen yalan olduğu ortaya çıkar. Daha o tarihte, Barış ve Birlik hedefi ile Mihri Belli’yi temsili Türk muhatap olarak karşısına oturtup “Türk-Kürt kardeşliği”, “Türkiye devriminin birleşik olduğu”, “PKK’nın ayrı devlet hedefinin olmadığı” vs. gibi bugün yeni sanılan çizginin esasen taa o zaman yakalanıp İmralı’ya konmak: söz konusu bile değilken çizildiği açık ve net biçimde ortadadır. Evet, bu görüşmeler sanki Öcalan’ın mahkemedeki savunmasının temeli,  bugünkü Nevroz metninin geniş bir açılımı gibidir. Aslında Suriye’den sürülüp sonunda Türkiye’ye teslim edilmesine neden olan süreç de bu açılım yüzünden başlatıldı. Ve Apo’nun bu “kardeşlik” diyen projesi, -özellikle ayrı devletçi Barzani çizgisinin ve onun müttefiki İsrail ve NATO’nun harekete geçip- Öcalan’ın “uluslararası komplo” diye adlandırdığı sürecin başlamasına neden oldu.

Mihri Belli’nin 12 Eylül sonrası -88’lerde demeç vermeye başlamasından itibaren- kalemi her oynatışında, mikrofonu her alışında tabu sayılan Kürt sorununa tereddüt etmeden
değinip, savaşanların gönüllü birlik temelinde anlaşarak savaşı durdurmalarını (devletin ve gerillanın), Apo’dan daha iyi muhatap olamayacağını, bunun bir fırsat olduğunu açık açık dile getirmiş. Ve hakkında defalarca dava açılmıştır.

Bir tek “barış” dediği için. Ben kendim DGM hakiminin sorularını hatırlıyorum, “teröristle barış demek bölünmeyi savunmak demek değil mi?” diye Belli’ye soruluyordu eski Beşiktaş DGM’de. O da “bu anlaşmaya gidilse Misak-ı Milli sınırları daralmaz, olsa olsa genişler” diyordu aynen bugün sözü edildiği gibi. Tabii onun bahsettiği, NATO-İsrail hesabına bir genişleme de değildi, Türk-Arap-Kürt halklarının HOP (Halkların Ortadoğu Projesi) kapsamında birleşmesi idi.

Peki, Mustafa Karaalioğlu gibi bir gazete egemeni olmasına rağmen, tecrübeli, yanında birçok asistanı olduğu ve bilgi topladığı muhakkak olan, hatta devletin bazı birimlerinin de servis verdiği biri, Mihri Belli’nin görüşlerini hiç mi bilmez? Mihri Belli Son 20 yılda Kürt sorunundaki tutumuyla öne çıktı. Hiç mi Gündem gazetesinde, Odak dergilerinde ve yeniHarman’larda çıkan makaleleri okumamıştır? Eğer okumamış ise kendi gazetesindeki kalem arkadaşları Fehmi Koru ve Ahmet Taşgetiren onun bu yazıyla yalancı durumuna düştüğünü söylerler umarım. Ne de olsa artık onlar akil insan oldular! Bu pozisyonda dürüstlük her şeyden önemli sanırım.

Evet, şaşırmaya gerek yok; şahitlerim Fehmi Koru ve Ahmet Taşgetiren…  2005 yazında Mihri Belli, Irak’ın işgali ve teskere ile ilgili işgal öncesi İslamcı cenahtaki yazarları takip etmiş ve dönem sona erince teskereye karşı çıkan AKP yanlısı iki yazarla görüşme talep etmiştir. Fehmi Koru da Ahmet Taşgetiren de Belli’nin Erenköy deki evine tek tek, ayrı zamanlarda geldiler. Belli, onlara Kürt sorunun barışçıl çözümünün mümkün olduğunu, Kürt hareketi ile ve antiemperyalist olan Apocu çizgi (işbirlikçi Barzani çizgisi ile değil) ile muhatap olunması gerektiğini söyledi. Her ikisi de görüşmeden kendi sütunlarında söz ettiler ama dialog ve müzakereyi açık açık savunmadılar. Kendileri için sakıncalı bulmuş olabilirler tabii o zaman. Barışı ve müzakereyi savunmak bugünkünden biraz daha cesaret gerektiriyordu o günlerde. Henüz izin de çıkmamıştı tabii NATO’dan…

Peki bugün, neden AKP bu gerçeği gizlemek istemektedir? En azından 1997’den beri Apo aynı çizgidedir (aslında çok daha önceden, Özal ölmeden de önce), o tarihte Bekaa’dadır ve örgüte hakimdir. Bugün devletin müzakere politikası o zaman benimsenseydi en azından daha önce barışa ulaşılırdı. Bu gerçeği AKP gizlemek istiyor, çünkü en azından 1997’den beri Türk ordusunun askerleri ve Kürt gerillaları boşuna ölmemiş olacaklardı da ondan… Çizgi aynı çizgi ama bugüne kadar hükümetler ateşkes ilanlarını duymazdan geldi, Öcalan’ın ilan ettiği “eşitlik ve özgürlük temelinde gönüllü birlik” çizgisini de duymazdan geldiler. Türk halkının bunu öğrenmesinden korktular ve amiral, yandaş, boyalı vs tüm medya da çarpıttı, savaş kışkırtıcılığına devam etti.

Bu, muhatap almama, oyalama, Kürtlerin “çürütme” dediği ama bence Türk halkına yalan söyleyip, kandırıp savaşa yedekleme politikası istisnasız tüm hükümetler tarafından yürütüldü. Devletin yapısı belki başka türlüsüne izin vermiyordu ama DSP-CHP, DSP-MHP-ANAP, ve son 10 yıldır da AKP, bütün iktidarlar aynı politikayı güttü.

Buna devletin terör konusundaki kökten yanlış teşhisi denilebilir ama adı 12 Eylülcü ideolojidir, özünde politik sivil kontrgerillacılıktır. Yani tüm iktidarlar ve bazı kurumlar, aynı oranda suçlular, Ergenekon’un hapisteki ulusalcı kanadından ya da savcıya bilgi veren NATO’cu kanadından olmaları bir şey fark etmiyor… AKP, devletin ve de kendinin bugüne kadar bu işte politik olarak yanlış, halkı kandırıp çatışmayı uzatma konusunda da suçlu olduğunu gizlemek telaşındadır. Ama bu açığa çıkarılamadan da bugüne kadar kandırılmış ve savaşa yedeklenmiş Türk kamuoyu zor ikna edilir barışa. O yüzden barışa ikna çalışmasını Batı’da yapmak gerekli diyoruz.

Şu anda süreci doğru kavrayan, detaylara boğulmayan, gerektiğinde eleştirip uyaran bir Türk Solu vardır. Ve Newroz metnine değişik eleştiriler ve bazı kaygılar olsa da barışa tümden destek söz konusudur.  Ama en çok da bundan korkulmaktadır. Yalnızlaştırılmış bir Kürt hareketi devlet suçlarının özeleştirisi olmasa bile bu suçların aleme ilanı olmadan barışın gelemeyeceğini savunamayabilir. Öncelikli sorunu çatışmaların durmasıdır. Kürt sorunu çözümü bağlamında bazı hakların alınmasıdır. Kontrgerillacı anlayışı tasfiye etmeyi zorlayamayabilir. Ama Türk Solu, 12 Eylül ideolojisi toplum nezdinde teşhir ve pespaye edilip tasfiye olmadan terörsüzlüğün ve barışın güvencesi olamayacağını savunabilir. Teröre başvurmak durumunda kalanların, gerek 1970’te gerek 1980 öncesi ve de sonrasında devlet içi egemenlerin (çetelerden fazlası idiler)  kışkırtıcı tutumu, işledikleri ve işlettirdikleri suçlar nedeni ile, faili kasıtlı bulunmayan faili meçhuller nedeniyle, silaha başvurmak zorunda kalanların onları kıstıranlar kadar suçlu olmadıklarını anlatabilir.

Kürt hareketi ile Türk solu arasına nifak tohumu sokmak esas olarak Türk kontrgerillasının olduğu gibi onun bağlı olduğu NATO - İsrail ile tıpkı Orhan Miroğlu örneğinde görüldüğü gibi işbirlikçi Kürt çevrelerinin ana siyasası olmuştur. Şu anda korkulan budur ve Karaalioğlu da buna hizmet ediyor olduğunu görmeli. Miroğlu Kürt yayınlarında yazdığı dönemlerde daha “cahş” ilan edilmeden önce şiddetli ve küfürlü bir dille anti-Mihri Belli makaleler yazıyordu bir dönem. Aslında amaç Belli’yi karalamak yoluyla onunla paralellik kuran Öcalan idi tabii ki… Muhatabına vurarak  dokunamadığın öndere saldırma söz konusu idi.

Bugün sureti haktan görünen Miroğlu gibilerinin o günlerde “ayrı devlet yerine neden gönüllü birliğe razı oluyoruz, Güney Kürdistan’a bağlı ABD’nin 52’inci cumhuriyeti olmalıyız, Apo buna gölge etmemeli” hedefi, niyeti ile içten içe karalama kampanyalarını nasıl becerdiklerini ve muhakkak çok daha fazla kana mal olacak kimlerin hangi hesaplarına hizmet ettikleri artık hepimizin malumu olmalı…

Hayrettin Belli | yeniHarman